www.halkintakimi.com fanzinidir

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sürgündeki tanrıça/Levent İŞBİLEN

"Bir boşluk bırakıp gidenler vardır. Tek bir tuğla eksilmemiştir içinde, tek bir tuğla yerini bile değiştirmemiştir ama bir boşluk, durup durduk yerde, apansız, öncesi olmayan bir boşluk belirir. Ne diyeceğini bilemezsin, duydukların anlamsız söz yığınları gibi, dizi dizi boş süt şişeleri gibi…"

Anlatacaklarım herhangi bir zaman ve yerde yaşanmıştır. Öncesini ve sonrasını önemsiz olaylar yığını gibi gölgede bırakan, anlamını geçmiş ve gelecekten daha çok içinde taşıyan olaylardandır. Ayrı ayrı yönlere giden birçok tren yolunun kesiştiği önemli, büyük garlar vardır; kalabalık, parlak, gürültülü. Trenler gelir, trenler gider. Hep bir koşuşturmaca, ivecen, geç kalmış insanlar yaşar bu garlarda; geçici olduklarını bilen. İvecen adımları da bundandır; geçiciliklerinden. Ben bu garların az sayıdaki kalıcı insanından biriyim. Bir trenle gelmiştim buraya, aktarma yapacaktım. İvecendim, öbürleri gibi indi bindi sırasında yitmekten de korkuyordum sanırım ama yittim. Bineceğim treni bulamadım. Hiç bir trenin numarası tutmadı, kalakaldım. Birçok tren geldi gitti. Gelenlerle küçük umutçuklar, gidenlerle koca koca çökkünlükler yaşadım. Sonra alıştım bekleme salonlarına, insanların tren pencerelerinden güvenlikli, huzurlu bakışlarla beni süzmelerine. Bekleyen bir adamdım onlara göre. Bazıları birçok kez gelip geçtiler, beni bellediler. Hep bekler olmam onlara garip gelirdi; bakışlarından belliydi bu. Onlara da alıştım. Hatta kimiyle dost bile olduk. Küçük molalarda hoş sohbetler paylaştık. Uzun bir zaman bekleyişimin sonlu olduğunu düşündüm. Beklemeye alıştığım zamanlarda da sürdü bu yanılgım. Bir gün trenimin geleceğini, uzaklarda, küçük bir kasabada beni bekleyen yaşantıya ulaştıracağını düşünürdüm. Bu düşünüş beni mutlu kılardı, hem de huzursuz. İçimde anlamlandıramadığım çelişkiler yaşardım. Küçük molalarda edindiğim dostlar beni ilgiyle dinler ama anlamazlardı; anlattıklarım bir zaman sonra sıkardı onları; yüzlerinden anlardım. O zaman bırakırdım onlar anlatsın. Bana geçtikleri yolları, gittikleri kasabaları, yaşantıları anlatırlardı. Bilmezdim bir trende nasıl yol alınır, zaman nasıl geçer; kasabalara, şehirlere nasıl girer tren; kasabalarda, şehirlerde nasıl yaşanır. İyi, hoş, güzel olmalı diye düşünürdüm, onlara öykünürdüm. Bir trenin peşine takılıp yol alırdım ama ne bileyim, trenlerdeki insanlar beni kolay kabullenemezlerdi. Garlarda, küçük molalarda sohbetimi hoş bulanlar nedense tren yolculuklarında sıkılırlardı, rastladıkları ilk durakta itiverirlerdi aşağı. Yoksa ben mi atlardım onlara sıkıntı verdiğimi görüp? Ne bileyim bir şeyler olurdu işte. Fazlalarımız, eksiklerimiz öylece kalırdı birbirlerine yabancı. Buna da alışmıştım; iki üç duraklık küçük tren yollarına.

Artık gardan öncesini pek rahat anımsamadığım, anıların birbirine karıştığı, yaşanmışlıkların öncesinden ayrı tatlarla algılandığı, yanılgıların oldukça çoğaldığı günlerde oldu anlatacaklarım. O bir sonbaharda çıktı geldi ya da ben onun yaşadığı ülkenin sınırlarına ulaştım, sınırları geçtim. Tren yollarının kesiştiği gar tümüyle benim uydurmam; öyle bir gar yok. Yarattığım, kurguladığım ve anlattığım bir düşlem yalnızca...

Dediğim gibi bir sonbaharda karşılaştık. Bomboşluğunu yeni anlamış/anlamak üzre olan insanlardan biriydim. Onun hüzün ırmağının sularından geçmiş bakışları vardı. Ürkü veriyordu. İnsansı dünyaya ilişkin hiç bir istem göremiyordum onlarda. Gözleri hüzünlü bir boşluğa açılıyordu. Hiç bir şey saklamıyordu çünkü saklayacak hiç bir şeyi yoktu; yalnızca hüzün ve boşluk… İçimin bir yansımasını gördüğümü çok sonraları ayrımsadım. Uzun bir zaman karşılaşmamızın bir rastlantı olduğunu düşündüm. Milyonda, milyarda bir olasılık; hiç tanışmayabilirdik. Oysa fazlalarımız eksiklerimiz öylesine uyuyordu ki, onu ve beni toplasalar sıfır olurduk, mutlak sıfır. Hiçbir duygumuz, düşüncemiz, hatta önceki yaşanmışlıklarımız açıkta kalmazdı. Biz, birliğini yitirmiş bir bütünün parçaları olmalıydık. Ayrılmazdan önce kararlaştırmıştık buluşmayı. Zamanı geldiğinde ikimiz de belirlenen yerde olduk, hepsi bu. Elbet unutkanlık eski; birbirimizi de, buluşma sözümüzü de unutmuştuk. Daha çok bilinçaltından kök aldığını düşündüğüm bir dürtü, bizi uyardı, buluşma yerinde olmamızı sağladı.

Huzursuzdu, acı çekiyordu. Tamamlanmamışlığın, hep yârim kalacak olmanın acısı, huzursuzluğu. Bir gün bakışlarında küçük gizlere benzer bir umutçuğun ışıdığını gördüm, bana bakıyordu. Aşık oldum. Birdenbire değil; uzun, zor, acılı bir sürecin sonunda... Onun bir tanrıça olduğunu, benim gibi bir ölümlüye bağlandığınıysa çok daha geç kavradım; hemen hemen onu yitirmek üzre olduğum günlerde.

Daha çok bir oyun üzerine kurulmuştu onunla paylaştığımız günler. Kışkırtılmış duygularda, bizim yarattığımız kurallarla oynuyorduk; birbirimize hiç dokunmadan gizemli yerlerimizi keşfetme oyunu. Ben onun bakışlarındaki boşluğu merak ediyordum. Kayıp bir ülke, bir korsanın gizli kalmış bir gömüsü ya da daha başka güzel, değerli şeyler bulacağımı umuyordum. O benim beynimi istiyordu, beyin kıvrımlarımda gezinmek; yaşamın ve sonsuzluğun sırrını bulacağına inanıyordu, belki de Olympos’a dönüş yolunu... Aradıklarımızı bulamadık ama çok daha başka, bambaşka güzellikler yarattık karşılıklı. Birbirimize armağan gibi sunduk onları, utana, çekine. Sevişmemiştik ki. Bu bizim ortak utancımız oldu, pişmanlığımız. O bir tanrıçaydı. Olympos’tan uzaklara, ölümlü insanların arasına düşmüş, dönüş yollarını yitirmiş, yaralı, hüzünlü, yorgun bir tanrıça. Kim bilir belki Zeus’un düzenbazlığına, Ares’in, Athena’nın savaş çığlıklarına kafa tutmuş, onları yermiş bir tanrı ailesinin soyundan geliyordu. Olympos’tan sürülmüş, ölümlülerin arasında yaşamaya mahkûm edilmiş. Küçük bir serçeyi gagasından öptüğünde düşünmüştüm bunları.

"Kutsal bir varlığı tutarcasına avucuna aldı onu, göz göze bakıştılar bir zaman. Belki benim duyamayacağım sözler ettiler karşılıklı. Ayrı bir zamana gidip geldiler, ne kadar sürdü bilmiyorum. Dünyadaki tüm olağanüstü olaylar gibi, özensiz insanların ayrımsayamayacağı küçük bir anda olmuştu tüm bunlar. O an her ikisinin de acıklı yazgısını gördüğümü söyleyebilirim, tüm geçmiş ve geleceklerini ama ben ölümlü bir insanım. Gördüklerimin çoğunu hemen ertesi anda unuttum."

Bakışlarında yakaladığım küçük umutçuk bizim çocuğumuzdu. Büyüyordu gün be gün, dallanıp budaklanıyor, daha derinlere kök salıyordu. Biz yeni yeni güzellikler yarattıkça birbirimizden saklayacağımız şeyler çoğalıyordu. Gözbebeklerinin ardında ölümlülerin bilmediği, tanımadığı öyküler ardlarında hiç bir iz bırakmaksızın yaşanıyordu. Yazgımı, onun yazgısını bilemezdim, ama o biliyordu. Yazgılarımızı anımsadığında, onu ilk tanıdığım zamanlara özgü hüzünlü boşluk gelip yerleşirdi bakışlarına; beni yasa ve acıya boğardı. Bana anlatmazdı ama ben anlardım, yazgılarımız bizi ayrı yer ve zamana sürecek. Zoraki bir gülümseme yayılırdı yüzüne, gözlerinden bir damla yaş süzülürdü. Bazı zamanlarda yazgıların değişebilirliğine inanmak isterdik, inanırdık. Çocuksu bir sevince bırakırdık yüreklerimizi.Yine yazgılarımızı konuştuğumuz, onun hüzünlü bir boşluğa sığındığı günlerden birinde, onu öptüm...

"Efsunlanmış bir gündü. Önce hafif tatlı, sürükleyip götürücü bir ezgi yayıldı. Bir flütten çıkabilecek en mükemmel seslerin bir olduğu ezgiler gibi. O daha bir güzelleşti, doğanın tüm renklerinden süzülüp gelmiş gibi. Biz sevginin çocuklarıydık, bizim günümüz gelmişti. Dünyanın tüm sevgi, güzellik tanrılarına, tanrıçalarına şarap sunduk, adak adadık. Hepsi ama hepsi yüzyılların ötesinden, yeniden yaşanacak bir sevgi günü için, ona tanrısal güzelliklerini katmak için kalkıp gelmişlerdi. Yüzlerce, binlerce küçüklü büyüklü tanrı, tanrıça, sanatçılar; acıların yoklukların değişik kültürlerin içinden onları birleştiren tek bir inanç için, sevgi için kalkıp gelmişlerdi. Duyan yürekleri bir kılmak için efsunlanmış ezgilerin eşliğinde dans başladı, ezginin akışına bıraktık kendimizi. Yükselip alçalan, uçan, yüzen, yürüyen bir ezgi.
(Ölümlünün güncesinden…)

Hiç yorum yok:

Biz kimiz?

Biz, büyük olmayı "çok" olmak, önüne her geleni ezebilmek, görgüsüz hezeyanlarını tatmin için herşeyin ve herkesin alınıp satılabildiği ortamları yaratıp sonra da oradan beslenmek olan ve tapınılası tek değeri sadece ve sadece "güç" olarak görenlerin yer aldığı tribünün tam karşısında, Eto'o ların,Pluton'ların,Pakistan'lı bebelerin, Irak'lı dedelerin, Latin Amerika'lı işçilerin,siyahların-beyazların,kızılderililerin-eskimoların-çingenelerin,pazar malı ucuz beyaz pamuklusunun üzerine siyah şeritler diktirerek mahalle maçına çıkan veletlerin, o ucuz formayı o velete etiketini koymadan diken komşu teyzenin, topumuzu bize bedeli ruz-ı mahşerde ödenecek bir "borç" karşılığı veren bakkal amcanın, sözün özü "Halkın Takımı" yız.

İzleyiciler

online ziyaretçiler

Halkın Takımı Dergisi 1. sayı

Halkın Takımı Dergisi 1. sayı
Mayıs-2008

Halkın Takımı Dergisi 2. sayı

Halkın Takımı Dergisi 2. sayı
Temmuz-2008

Halkın Takımı Dergisi 3. sayı

Halkın Takımı Dergisi 3. sayı
Eylül-2008

Halkın Takımı Dergisi 4. sayı

Halkın Takımı Dergisi 4. sayı
Kasım-2008

Halkın Takımı Dergisi 5. Sayı

Halkın Takımı Dergisi 5. Sayı
Mart/2009
Web Stats