www.halkintakimi.com fanzinidir

24 Ağustos 2008 Pazar

2. SAYI /TEMMUZ-2008

Nasıl olmalı?.../Yumurtakafa YILMAZ

Ne oldu da böyle oldu ?
Nerede hata yapıldı ?
Sorular ve sorular…
Kimimiz -ki bende dahil- ilk duyduğumuzda inanmak istemedik.
Birçoğumuz üzüldük.
Kimisi de sevindi.
İşte bu sevinenler kimdi ki bu olay onlar mutlu kıldı?
Bir tarafta üzgün çoğunluk, diğer tarafta mutlu olduğundan emin olmayan şaşkın azınlık.
Uzun süredir yazılarımda birlik ve beraberlik mesajları veriyorum ama nafile; hatalı kararlar ve kendiliğindenci tutumlar, süre içinde semtteki arkadaşlar arasında yorgunluk hissiyatını ön plana çıkardı ve…

Nedir bu kendiliğindenci tutum ?
Bu konuyu aydınlatmak için çArşı’yı çArşı yapan kapışmaların yerine barış sürecinden sonraki süreci değerlendirmek daha doğru olur.
Barış süreci sonrası semtteki arkadaşlara sunulan “kahraman” bakış açısı sulandırılarak piyasa yapmaya çalışıldı. çArşı kurucuları aktif toplumsal sorunlara kimi zaman ciddi kimi zaman da esprili yaklaşımlar sergilemek ile meşgul iken, görevi devralacak bazı genç arkadaşlar farklılaşmaya başladı. çArşı’nın yapısı gereği paylaşımcılık ruhu gençliğin içinde “kolaycılık” olarak yerini aldı.
Hayatında alınteri dökerek para kazanmayanlar çArşı liderliklerine soyundu; üstelik “sol” kimlik taşıdığını iddia ederek.
2002-2003 sezonunda tepkisel olarak gelişen bu kolaycı anlayışı tasfiye ederek, derneğin bu tür şeylere alet edilmemesi için kapanmasına karar verdik.
Alen’ in ifade ettiği gibi “aslolan BEŞİKTAŞ’tır, çArşı asla şerefli kulübümüzün önüne geçemez. Nitekim BEŞİKTAŞ olmasa çArşı asla olamazdı.” düşüncesinin ne kadar doğru olduğunu hep birlikte kamuoyu ile paylaştık.
Bizde biliyoruz, herkesin kendine göre bir BEŞİKTAŞ sevgisi vardır. Milliyetçi, asi, inançlı, ateist veya sosyalist… Sıralanır gider. Oysa çArşı, herkese her şeye göre biçimlenemez; kendi gerçeklikleri vardır. Asi bir ruhu ve insanlara sunulması gereken, taşıdığı sosyal sorumlulukları vardır.
Biz değil miydik kutsal değerlerimize hakaret ettiği için Danimarka’yı uyaran.
Biz değil miydik Filistin’li kardeşlerimizin çektiği ızdırabı paylaşan.
Biz değil miydik insanlarımızın kanser illetiyle hayatını kaybetmesine yol açan çirkinliklere tepki koyan.
Biz değil miydik 17 Ağustos felaketinden sonra unutulan gerçeklere karşı hala önlem almayanları protesto eden.
Biz değil miydik savaşa karşı barışı savunan.
Ve yine biz değil miydik; bedeller verilerek kazanılan emek kazanımlarının kaybedilmesine karşı 1 Mayıs’da dimdik duran.
İşte bazılarının hala anlayamadıkları şeyler var. Bir bütünü tuttuğunuzda kalan parçanın bütünle uyumlu olması gerekir; aksi halde kırılmalara yol açar. çArşı her zaman bütün ile birlikte hareket etmiştir. O bütün, şanlı BEŞİKTAŞ kulübü ve taraftarıdır.
Bedeller verilerek HALKIN TAKIMI BEŞİKTAŞ ünvanını hak etmiş bir camianın basit tercihler ile yıkılması da mümkün değildir.
Kim Mostra Kemal ağabeyimizden daha milliyetçi olabilir ?
Ya da benden
Veya diğerlerinden…
Kuru bir söylemle olmuyor; altını doldurmak gerekir. Sadece BEŞİKTAŞ’ımızı değil tüm TÜRKİYE’yi, hatta belki de dünyayı doğru tercihlerle kucaklama zorunluluğu vardır.

Gelelim rant dedikodusuna ;
50 yaşına merdiven dayamış Mostra Kemal ağabeyimiz, çocuklarının nafakası için bir çoğunun beğenmediği işi yaparak ,“üstelik asgari ücretle” helal ekmek peşinde ter döküyor.
Yine 45 yaşındaki Cüneyt (Çolak), fiziksel olarak müsait olmadığı halde aynı çabayı göstererek ekmek parasını kovalıyor.
Bu ne menem, bu ne çirkin yaklaşımdır.
Bu arkadaşların yaptığı işi genç arkadaşlarımıza önerdiğimizde güldüler ve “bu paraya çalışılmaz boşta gezsem daha iyi” mantığını ortaya attılar.
Anlaşılacağı üzere bu tür dedikoduları çıkaranların neyin peşinde oldukları apaçık ortadayken, gençlerimizin bir kısmının buna inanarak, kolaycı yolu seçerek hisse beklentisi içerisine girmesi bizi çok üzdü.
Kafalarında kolay yoldan para kazanma ve isim yapma arzusu taşıyanlar bu işleri gerçekten iyi karıştırıyorlar ve genç arkadaşlarımızın bazıları da çArşı’nın oluşumuyla ters orantılı saygı teamüllerine aykırı hareket ederek kendilerini zayıf düşürüyorlar.
Bu da karşılıklı güven sorununu ortaya çıkarmaktadır.
Örnek mi ?
3-5 genç çapulcu, kuyrukta karambol yaratarak insanları çarpmaya çalışıyor. Bende kızdım tabii olarak. İçlerinden biri çArşı ismini kullanınca refleks halinde tokadı patlattım. Yanımda oğlum var. Kapalının karşı tarafından 3-5 kişi daha geldi; yani hazırlıklılar. Erhan, Engin (Nenem ağız) ve diğer genç arkadaşlar ile iyi bir fasıl çektik. Daha sonra şapkayı önümüze koyup düşündük. Aşağı yukarı her maçta bu tür çirkin hareketler sergileniyor; düşünsenize, adam çok sevdiği takımı çocuğuna da sevdirmek için formasını bayrağını almış gelmiş. Tantanacılar adamı çarpıyor ve o da aç karnına geri dönüş için tanımadığı insanlardan yol parası talep etmek zorunda kalıyor.
Bu sorunu halletmek için bir komite oluşturalım ve her an statta olabilecek olumsuzluklara müdahale edelim dedik fakat bazı arkadaşlar buna sıcak bakmadılar. “Polisin görevini üstlenmemiz doğru olmaz” dediler. Aynı arkadaşlar daha sonra başka kanallar aracılığıyla polisin, imamın, savcının, hakimin hatta yüce yaratıcının görevini dahi üstlenmeye kalkıştılar.

Hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden gelişen bu ortamlar herkes için rahatsız edicidir. Eğer bir aile reisi kendisinden büyüğüne saygı göstermiyorsa çocuğundan ne bekleyebilir ki?

İsim yapmaya çalışan genç arkadaşların içindeki o “Asi ve Asil” ruhu anlıyorum. Onlara tavsiyem, pratik hatalar ile itici davranışlardan kaçınmaları ve çok boyutlu olarak BEŞİKTAŞ taraftarını kucaklamalarıdır.

Eksikliklerimizi biliyoruz. Tabii ki genç arkadaşlarımız ile iletişim kurarak bu eksiklikleri gidermeye çalışacağız ancak bu işleri birilerine devretmek gibi bir tercih olgusu oluşursa da bizler sade ve sadece semtteki genç arkadaşlarımıza bu işleri devredebiliriz. “Taşıma suyla değirmen dönmez”

O ışık gençlerimizde…

Bir ağacı izleyeceksin.
Şöyle sırtını yerde tutarak
Ve gölgesinde yatarak.
Bir ağacı seveceksin.
Yaprakların ışıkla dansını,
Işığın gözüne yansımasını
Kuşların dallarda zıplamasını
Seveceksin.
İnsanları izleyeceksin
Şöyle dalgın dalgın bakarak
Ve yerden usulca kalkarak
İnsanları seveceksin.
İnönü’ de kuyrukta beklemeyi
Hatta soğukta titremeyi
Bağırarak sesini yitirmeyi
Seveceksin….

Kazanma hırsı.../Yumurtakafa YILMAZ

İnsanlar, ilkel dönemlerden bu yana karşılaştığı güçlüklerle mücadele için birlik de hareket etmeye çalışmıştır. Komünal toplumlar da yaşanan bu birliktelikler, beraberinde güçlü olanın daha fazla şeyleri hak ettiği anlamına gelen, alt feodal ilişkilerin oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Çeşitli rivayetler olur ki sonuç olarak; o ilkel anlayışlar çeşitli isimler altında günümüze taşınmış ve kişiliği zayıf insanlar genelde (ortamcı) güçlüden yana tavır koymuşlardır.
Bir tarafta azınlıktaki güçlüler;
Bir tarafta çoğunluktaki emekçiler;
Bir tarafta ise hangisi güçlü ise o tarafa yanaşan, küçük burjuva anlayışlar.
Futbol mantalitesini de buna uygun olarak değerlendirebilmek mümkün mü acaba ?
Sadece biraz beyin jimnastiği yeterli olur herhalde.
Hedef şampiyonluk.
Hedef iktidar.
Araç olarak; 22 oyuncu, 3 hakem, bir saha ve ortada tekmelenen bir top.
Kaybeden;
Kaybeder…
Yaşamın her alanı bu kadar acımasız mı?
Ya seyirciler…
Bu maçın sonucunda hangi tarafa sığınacak ?
Başarılı olan takımı beğenme yada beğenmeme gibi bir tercih hakkını kullanabilir mi?
Kullanırsa bunun bedeli ne olur?
Bir paranoya gibi değil mi?
Oysa;
Spor bir oyundan ibaret, güçlü olamasa dahi gönül verilen takıma destek sunulur. Yense de yenilse de fark etmez netice olarak “sevdik be ağbi” açıklaması hepsine yeter.
Peki yaşam biçimimizi neye göre değerlendireceğiz, spor müsabakası gibimi göreceğiz, kaybettiğimiz halde eksiklikleri görmezden gelmemizin bedeli ne ola ki ?
İşte bu soruları sormadan doğrular konusunda bir düşünce birikimine de sahip olamayız.
Kendi yarattığımız putlardan medet ummayı bırakma zamanı geldi de geçiyor.
Kazanım kelimesi hepimiz için farklılıklar içerse de ortaklaştırılan konu, bir şeyin elde edilmesi olarak değerlendirilir.
Örneğin;
Bir babanın ailesinin geçimini temin edecek kadar geliri elde etmesi,
Bir futbol takımının rakip takımı yenmesi,
Bir patronun ihtiyacında fazlasını kazanması hırsı,
Bu ve buna benzer kazanım türleri sıralanır gider.
Oysa şartlar her zaman görecelidir, ihtiyaçlarda öyle.
Sorumlu bir baba aynı zamanda çocuklarını okutmaya çalışmalı ve geleceğe ilişkin birtakım hazırlıklar yapma zorunluluğu taşımalıdır.
Bir futbol takımının tek başına bir müsabakayı kazanmasına başarı denemez beraberinde başarıda sürekliliğin olması ve güven veren bir istikrar yakalanarak şampiyonluğun elde edilmesi gerekir.
Patronların kazanım çabasına gelirsek bu halk arasında daha çok işçi sınıfı düşmanlığı olarak görülür, oysa; oda sürekli bir rekabet halinde olduğundan, “ucuzdan da ucuz, çok dan da daha çok” kazanma zorunluluğu taşır. Nesnel olarak rekabet koşullarından kazanım elde edebilmesini sağlayan unsurun özelliğidir bu.
Başarının elde edilebilmesi süreklilik arz etmez dedik ya inişli çıkışlı bir yol muhtemel olduğu gibi hedeflenen yola ilerlerken tercih edilen yöntemler toplum vicdanında mübah olmayabilir de.
Örneğin bir babanın ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken hırsızlığa teşebbüs etmesi gibi.
Bir futbol takımının şampiyon olmak için çeşitli hilelere başvurması gibi.
Bir patronun kazanım uğruna kendi paranoyasını yaratması gibi.
Tabii ki bazılarımız bu fikre katılmadığımızı beyan edeceğiz ve otomatik olarak kendi çelişkilerimizi sunacağız.
O halde dünyada yaşanan bu beğenmediğimiz yönetim sistemini nasıl açıklayabiliriz.
Hiç kimsenin başka birine güveni kalmamış, sürekli bir rekabet ve sürekli bir kazanma arzusu ve devamında istenmeyen çirkinlikler.
Adeta sürü psikolojisini kabullenmişiz, kim nereye sürerse o tarafa akıyoruz.
Hiç kendi insiyatifimizi kullanma iradesini taşıma isteğimiz yok. Adeta insan olmaktan çıkmış bitkisel hayata girmiş bir hasta gibi verilenle yaşıyoruz.
Verilenle yetinen olmadığında ise ona buna yalvaran bir canlıya dönüştürülmeye çalıştırılıyoruz.
Dört bir yanımız su ile coşarken ve suya hükmetmek varken, çıkmışız yağmur duası okuyoruz.
İlkel toplumlardan bu yana kazanımlar elde temek için, güçlüden yana oluyoruz da bir türlü bizden yana olamıyoruz.


Biz kim miyiz ?

Biz Halkız, Halkın Takımıyız.

İyi Beşiktaş'lı.../Şafak BATMAN

Hopa’lı eski bir öğretmen Seyfettin amca.Yıllar önce, herkesin eşit ve özgürce yaşayabildiği bir ülke istediği için başına gelmeyen kalmamış, çok sevdiği mesleğini ve yaşadığı toprakları bırakıp İstanbul'a gelmek zorunda kalmıştı.

Karakartal Seyfettin amca..

Mahallemizin küçük ama istediğimiz her şeyi bulabildiğimiz bakkalına sahipti. İki mahalle aşağıda bulunan diğer bakkalın sahibine inat herkesin sevdiği, bizim çocukça yaramazlıklarımızı hoş gören, dünyalar tatlısı tonton bir amcamızdı. Ona ilk “karakartal” dediklerini öğrendiğimde 9-10 yaşlarındaydım. Bakkal dükkanında asılı olan Beşiktaş’la ilgili gazete kupürleri sayesinde onun Beşiktaş’lı olduğunu bilmeyen yoktu aslında. Önemli maçlardan sonra gazetelerde çıkmış haberleri kesip biriktirmiş, onları küçük kartonlara yapıştırıp dükkanında çeşitli yerlere asmıştı. Kartal resimleri arasındaki bu yazılar dükkanına giren herkes tarafından kolaylıkla görülebiliyordu.

Kocaman bir radyosu vardı Seyfettin amcanın. Kocaman ve aynı zamanda da çok eski olan bu radyo hep ilgimizi çekmişti. Maç günleri radyosunu açar, dükkanına gelenlerle birlikte maçları dinlerdi. Radyodan gelen seslerle birlikte sanki o da top koşturuyormuş gibi heyecanlanır, attığımız gollerle içi içine sığmaz, mutluluktan uçar, kaçan gollerle de kahrolurdu. Beşiktaş yenildiğinde üzüntüsü hemen yüzüne yansırdı. O üzüldüğünde bizde üzülüyorduk. Bizim üzülmemizi hiç istemezdi Seyfettin amca. Tok sesiyle "Çocuklar üzülmeyin; galip olmak değil asıl önemli olan; bizim Beşiktaş sevgimiz çok farklı" derdi. O zamanlar buna pek anlam veremezdik mahallenin yaramaz Beşiktaş’lı çocukları olarak. Mahalledeki birçok çocuğa Beşiktaş sevgisini o aşılamıştı. Onun sayesinde mahalledeki sayımız giderek artıyordu. Onunla tanışan, dükkanın önünden geçen herkes Beşiktaş’la ilgili bir şeyler duyuyor, Beşiktaş’la ilgili yeni bir şeyler öğreniyordu.

Yıllar geçti aradan…Başka mahalleler, okullar, işler...

Seyfettin amcayı yıllar sonra tekrar görme fırsatına eriştiğimde artık bir bakkalı yoktu. Zaten bir bakkalı işletecek kadar gücü de yoktu. Peşin satan-veresiye veren tablosundaki mali sonuçlara erişse de Seyfettin amca bundan çokta üzüntülü değildi. Belki peşin satan gibi cebi dolu değildi ama etrafı ona dostluk edecek bir çok arkadaşıyla doluydu. Hala kara kartallığını yitirmemişti onca yaşına rağmen. Heyecanla, onu göremediğim yıllarda başından geçen bir anısını anlattı bana,. Birgün küçük torununu da alıp Beşiktaş’ın bir maçına gitmiş. Bu onun için çok önemli bir şeydi çünkü Beşiktaş'ı yaşıyormuş gibi hissetmesine rağmen hiç maçına gitmemişti Seyfettin amca. Torunuyla birlikte stada nasıl gittiğini, içeriye girmek için nasıl zorluk çektiklerini ve içerde yaşadıklarını anlatmaya başladı boğazı düğümlenerek.

Torunuyla birlikte stada girip oturmuş. İlk defa maça gitmenin verdiği heyecanla etrafı seyrediyormuş merakla. Arkalarına ise torunundan büyük, en küçük oğlundan küçük genç taraftarlar varmış. Heyecanlı genç çocuklar. Çocukları çok severdi Seyfettin amca ama arkadaki çocuklar Seyfettin amcayı ve torununu pek sevmemişler çünkü Seyfettin amca ve torunu onların yerine oturmuş ve bağırmadan, tezahüratlara katılmadan maç izliyorlarmış. Genç ve heyecanlı çocuklar önce torununa sonrada Seyfettin amcaya terslenmişler. Oturdukları yerin kendilerine ait olduğunu, kendilerinin her maça gittiklerini , hiçbir deplasmanı kaçırmadıklarını, hentbol maçlarını, voleybol maçlarını bile takip ettiklerini, öyle bir maça gelmekle onlarla aynı kefeye koyulmayacaklarını söylemişler. Neyse ki araya girenler sayesinde tartışma uzamamış. Seyfettin amca ve torunu yerlerini değiştirerek başka bir yerde maçı izlemiş ve evlerine dönmüşler.

Seyfettin amca bana bu anısını anlatırken gözleri buğulanmıştı. Onun nasıl bir Beşiktaş’lı olduğunu bildiğimi biliyordu. Bana şunu sordu Seyfettin amca; "Böyle midir yeğenim? İyi Beşiktaş’lı olmanın ölçüsü her maça gitmek midir?" Cevabım sessizlik oldu Seyfettin amcaya. Bırakın maça gitmeyi, Beşiktaş semtini, İstanbul'u hiç görmemiş ama yüreği siyah beyaz atan bir çok insanın olduğunu ve asıl "iyi Beşiktaşlı" olanın onlar olduğunu düşündüğümü biliyordu Seyfettin amca ama yine de bana soruyordu; "Böyle midir yeğenim?.. İyi Beşiktaşlı olmanın ölçüsü bu mudur?"
Diyecek birşeyim yoktu.

Endüstriyel futbol anlayışına göre Seyfettin amca iyi bir Beşiktaş’lı değildi çünkü hiç lisanslı bir forması olmamıştı, üzerinde koca koca sponsor logoları olan. Kim bilir Başkan, üzerinde eşinin ördüğü siyah beyaz kazakla maç izleyen Seyfettin amcayı görse ne derdi. Her yıl yeni forma almayan taraftarı "iyi taraftar" saymadığına göre Seyfettin amcanın hiç şansı yoktu.

Yayıncı kuruluş içinde iyi bir taraftar değildi Seyfettin amca çünkü hala radyodan takip ediyordu maçları. Bazı dernekler için, kongredeki oy simsarları için de iyi taraftar değildi Seyfettin amca çünkü ne kongre üyesiydi ne de yönetim vs. işleriyle ilgiliydi. Onların iyi taraftar olarak değerlendirip değerlendirmemesi Seyfettin amca için de pek önemli değildi aslında ama o genç heyecanlı çocuklar...O çocuklar onun için önemliydi işte. Onun için bir Beşiktaş kültürü vardı. Beşiktaş’lılık duruşu vardı yitip gitmemesi, sahip çıkılması gereken.

Seyfettin amcaya Halkın Takımı'ndan bahsettim. Beşiktaş’lılık kültürü ve değerlerinin yitip gitmesini istemeyen birilerinin var olduğunu anlattım. Yıllar önce bize söylediği ve bizim o günlerde anlamadığımız, "Çocuklar üzülmeyin, galip olmak değil asıl önemli olan, bizim Beşiktaş sevgimiz çok farklı" sözünü anlayan birilerinin hala var olduğunu göstermek için. Keyfi biraz olsun yerine geldi ve onca yaşına rağmen hala tok çıkan sesiyle o dizeleri mırıldandı
“Güzel günler göreceğiz çocuklar"

Siyah-Beyaz şafaklar.../Özer ÖZÇETİN



Seher vaktinin tam göbeğinde düşler kuruyorum; sanki her bir karesi karakartalın kanat sesleri.

Sevdaya tüten gözlerimin önünden geçiyor hayaller birer birer; yaşanmış sanki hepsi veya yaşanacak gibi.

Özgürlüğün çığlığı şafakta bir başka oluyor, grilikler Siyah-Beyaza dönüşüyor.
Dolmabahçe önü İnönü’den esen yellere bir merhaba der gibi. Şanlı Beşiktaş’ımın yürek işçileri geçiyor Beşiktaşk melodileriyle. Yürüyüş kolu bir zafer edasıyla selamlıyor dev cüsseli ağaçların kenarında biriken halkı. Barbaros’un torunları meydana iniyor katar katar. Göndere çekilmiş asil renkli bayrağımız… GÜNDOĞDU marşı kazanımın hesap özeti gibi sanki. En önde Şeref beyin çerçeveli fotoğrafı.

O ne? Optiğimin elinde… Şeref beyin yaşamış en son temsilcisinde, son barikatın Işıklar’ının elinde. Sıra sıra geliyor yiğitler; ardında Baba Hakkı’nın fotoğrafı; Cavit taşıyor. Ahmet Fetgeri’ler, Hüsnü Beyler, Fuat Balkan’lar, Soner’in , Ayhan’ın ellerinde. Siyah Beyaz bayrağımız Hacı Babada.
Tam meydanda duruyorlar. Kitle tek ses tek yürek, ağızlarda bir cümle.
”Remzin karakartallar gibi manileri yen aş, layıktır bu vasıflar sana ey şanlı BEŞİKTAŞ”

Aman Allahım bitmesin bu rüya, sönmesin bu düşün ışıkları diyorum. Hayal mi tüm bunlar, yaşanmış mıydı acaba, yoksa yaşanmaz mı bir daha? Gerçek kesitler takılıyor bu kez gözlerime; şimdi çok uzaklarda olan canlarımız düşüyor yaralı bağrıma. Keşke beyaz kalsaydı şafaklar, görmeseydim siyahını.

Şimdi bakıyorum da herkes bir iktidar hırsı. Ne için?.. Niye bu mücadele?... Bayrak taraftarın elinde değilmi zaten? Nöbetleşe taşınmayacak mı? Önemli olan o bayrağı taşıyan değil, taşımak değil; düşürmemektir yere. Gerçek anlamda Halkın Takımı Beşiktaş’ı kurabilmek, işgale uğratmamak ecdat yadigarı yerleri. Uğruna savaşmak Beşiktaş’ımın.

Renkli dünyalarda bir şeyler icat ettiler şimdilerde; adı endüstriyel futbolmuş. Köyde bir sevdalı kurulup TV sinin başına, izleyemezmiş. Her şey şifrelere hapsedilmiş tutsak hayat gibi. Beşiktaş da mecburmuş bu fasit daireye girmeye. Vay halimize…

1957-1967… Yaşayanlardan dinliyorum; tarihten okuyorum. Spora damga vurmuş bir Beşiktaş. 1982-1992 yi yaşadım dolu dolu. Siyah-Beyazımla futbolda devrim yapmış bir kadro. Hepsi özkaynağın eseri. Milyon avro, milyon mark, milyon dolar falan yok. Kendi evlatlarıyla Baba Hakkı otoritesi, Şeref Bey hatıraları, Süleyman Seba ekolüyle yetişmiş pırıl pırıl kartal sevdalıları 40 bin kişiyi coşturuyor her maçta. İdmanlar önce Şeref Stadında sonra Hakkı Yeten tesislerinde; her yan buram buram tarih kokuyor, Beşiktaş kokuyor. Maçlar hafta başı başlıyor gibi. Taraftar idmanlarda tezahürata devam ediyor maç gününe kadar. Hani neredeydi mecbur olduğumuz iddia edilen endüstriyel futbol, şifreli kanallar? Hiç biri yokken gümbür gümbür Beşiktaş vardı. Adına milenyum dediler, bir yerlerden girip kuşattılar. İşte o gün bugün geri geri gidiyoruz; yerimizde bile sayamıyoruz. Koltuk sevdalıları hiçbir yere kımıldamıyor, habire borç çıkarıyorlar sanki Dünyayı fethetmişcesine para dökmüşler gibi. Herkesin ayrı Bir Beşiktaş’ı, ayrı bir Beşiktaş hayali var sanki. Oysa tek Beşiktaş var; er geç dönecek aslına. Nehir kaynağına akacak mutlaka, kimse engelleyemeyecek ve ben uyuyamadığım sabahlara Siyah Beyaz düşlerimle uyanacağım belki yine.
Ama gerçek hiç bir zaman sadece siyah kalmayacak.

Bir maç günü.../Namık KARTALOĞLU

Ta geçen haftaki maçtan kararlaştırırım. Haftaya cuma, cumartesi veya pazar günü; artık ne zaman oynanacaksa. Sakin mi sakin, kimseye randevu vermeden. Sonra o günün taze hazırlıklarına başlamak. Eğer Beşiktaş çorabım kirliyse yıkayıp o güne hazırlanır, Bayraklar, formalar ve diğer Beşiktaş’a dair ne varsa dolaptan çıkarılır, serilir, asılır her yere. Gerçi tüm sezon dolaba hiç girmediler ya olsun bazen arada misafir geldiğinde ev toparlanır ya o zaman onlar da dolaptaki yerlerine kaldırılır. Ne bir kimse laf desin, ne de bir kimse, eğer Beşiktaşlı değilse, yan gözle baksın içindir bu itina. Sonra iki gün öncesinden yemeklik malzeme de alınır ve maç günü gelir çatar. O gün sıkıyönetim sokağa çıkma yasağı koymuştur. O gün savaş halinden dolayı ev ışıkları açılmaz; ikinci bir emre kadar karartma başlamıştır. O gün telefonlara cevap yasakları getirilmiştir. O gün dünya sadece ben ve Beşiktaş etrafında dönüyordur.

Sabah ilk iş, sırasıyla; Yanlı/yansız politik/apolitik dergi ve gazetelerden sonra günün tatlısı olan Halkın Takımı forumu sindirilmek için açılır, okunur. Bütün gün burada geçer artık; yorumlar okumak, yorumlar eklemekle.

Desen: Gülgün İŞBİLEN

Bu şimdiye kadar anlattıklarım dış sıkıntılardı.
Bir de bunun iç sıkıntıları var tabii ki onlar
en büyüğü sanırım. Mesela tüm hafta yazılı ve görsel medyadan bildiğimiz önemli bir alandaki oyuncumuz sakat-cezalı veya başka bilinmeyen bir sebepten dolayı oynayamıyorsa o alanda kimin oynayacağı? Nasıl bir taktikle çıkılacağı? Bir hafta öncesinden teknik heyetten birinin verdiği patavatsız demecin sancıları, ”Nasıl ayıklayacağız bu pirincin taşını” kaygılarını yaşarım? Bir de bunların dışında benim iç huzursuzluğum. Kendimi hep uğursuz olarak görürüm. Benim seyrettiğim maçlarda hiç de rahat kazandığımız görülmemiştir. Gerçi seyretmediklerimde de rahat kazandığımız bir maçın olduğunu okuyamadım bu son dönemlerde. Seyredeyim mi yoksa sonucu sonradan mı öğreneyim ikilemi beynimi karıncalandırırken aldığım karar beni maç seyretmeye zorluyordur. Kararım; “Sahaya çıkan 11 Kartaldan biri olmadığıma göre bir taraftar olarak maç seyretmemden dolayı maç kaybetmemiz gibi bir saçmalık olamaz! Maçı zavallı ben değil sahaya çıkan 11 Kartal kaybetti ve ben de buna görgü tanığı oldum sadece.” Bu iç savaşım tabiî ki şu kaburga kemikleri arasında, hani göbeğin biraz üzerindeki üçgen var ya tam orada işte bir boşluk oluşturuyor. Tüm maç öncesi ve maç esnasında o boşluk ayni şiddetiyle devam ediyor ta ki maçın bitiş düdüğü çalana kadar. Ve ola ki o maçı kaybetmişiz, kimseyi ne duymak ne de görmek isterim. En iyi çözüm her şeyde olduğu gibi bunda da geçerlidir. Kafayı yastığa koyar 15 dakikalığına da olsa uyurum (uyurum gerçekten). Uyandığımda o sinirli halim gitmiştir. Daha sağlıklı kafa yorabiliyorum artık Beşiktaş’ım için. Bir de bunun tersi var ki bu kısmı genelde çoğunluktadır. Ağzım kulaklarımda dört köşe olmuş halde sırasıyla lambaları yakmak, pencereyi açmak, bir keyif kahvesi yapmak, o an kim yakınımdaysa, genelde Halkın Takımı forumu en yakınımda olur, sevincimi paylaşırım sitedeki canlarımla. Yarınım mı?; Yine aynı tas aynı hamam bir sonraki maçı düşünmekle geçer.

Babalar ve oğulları.../ Utkan ÇALIŞKAN



“…Ulan ne zaman kazanmayı çok istesem yeniliriz “ dedi babam. Biraz önümde izliyordu maçı. Normalde izlemezdi hiç ama o gün farklı bir şey vardı sanki; gözleri bir başka ışıldıyordu siyah-beyaz çubukluların uzandığı her topta. “Kazanma isteği nasılda masumanedir” diye düşündüm. Kazanma isteği… Rakının kızarttığı gözlerini benden kaçırmaya çalışarak, sarhoş akşamlarında hep anlattığı hikayesi geldi aklıma; “ Malatyaspor altyapısında oynuyorum; birgün maçımız var; ben sağ afım...(?)” (Hep düşünürdüm sağ af ne demek diye…”sağ af”… Benim solcu babamın mevkii). “Baktım bir çocuk geliyor üstüme üstüme; her gelişinde de geçiyor. Yanımdan geçti son hızla. Bir gol daha olmasın dedim; uzattım ayağımı ayaklarına. Toprak saha kan içinde… ‘Çık ulan dışarı !’ sesleriyle terk ettim sahayı…”

Yavaşça cebine götürdü elini; kısa maltepesini yaktı kibrit ile. Her duman sıkıntılıydı. “Devre bitmeden yaktığı kaçıncı sigaraydı” diye düşündüm. Öksürüyordu… Kalbi vardı… Yaşlanmıştı… Saçları ağarmıştı… Gözaltları kırışmıştı…
zamanında çok vakitsiz gözaltılara karışmıştı. Sararmış parmak uçlarında eriyip giden sigaraya takıldı gözlerim. Bırakıldığı küllükte kendi kendine yanıyordu. “Bizim gibi” dedim… “Bizim gibi yana yana bitiyor işte…”

Dumanında hikayelerimizin gölgeleri oynuyor. Uzanıp dokunuversem omzuna… ”Üzülme be baba, atarız ikinci yarı bi tane. Hem yenilsek ne ki? Alışmadın mı sen hala?…Hangi hicaza bağlarsan bağla efkarını; gidişat bir büyüğe doğru olmayacak mı?…”

Onun kadar sevebilmek güzeldi… İlkokulda babası içer diye koltuğunun altına rakı sıkıştırılarak eve yollanmak güzeldi… En delikanlı yaşıtları düğünlerde masa altından doldurulan votkalı kolaları korka korka içerken, mahallenin en bitirim meyhanesine “Yusuf abi’nin oğluna bir bira!” diyerek girebilmek güzeldi… şampiyonluk günü evin elektrik parasını korsan taksiye vereceğini bile bile “Gel lan tur attırayım sana” demesi güzeldi… Forma yerine beyaz gömlek, gri okul pantolunu ile o tura katılmak da güzeldi… Fakirliğin estetiğini yaratabilmek güzeldi…
“Ulan ne zaman kazanmayı çok istesem yeniliriz” dedi babam…
Üniversiteyi üçüncü sınıfta terk etmek zorunda kalan adam…
Benim için özeldi…

Sen mi yaptın?.. /Kemal KICIR

Geçmişe ağıt aslında geleceğe biraz öğüttür. Bir yerlerde okumuştum; “Ben 15 yaşında iken babam ve annem o kadar cahildi ki tahammül edemezdim. 25 yaşına geldiğimde ise babam ve annemin bilgisine hayran kaldım.”

Aradan geçen zamanda değişen, hayata bakışımız ve hayatın bize öğrettikleridir kuşkusuz. Çocukluğunda kağnı gören son kuşağın nadir temsilcilerinden birisiyim. Yazın sonuna doğru, köyün oldukça uzağındaki tarlanın dışından, buğdayları getirmek için kağnıyla zorlu bir yolculuk yapılırdı. Öğlen sıcağında öküzler çatlamasın diye -burada insanlar kendilerini öküzlerin yerine koyarlardı sanırım; şimdiki aklımla düşününce bu sonucu çıkarıyorum zira- kendileri için zorlu olan bir yolun o hayvanlar içinde zorlu olabileceğini düşünüp sabahın erken saatinde veya akşamüzerine doğru yaparlardı bu işi. O yollarda dedem bana torpil yapıp kağnı arabasında gitmeme izin verirdi çünkü oldukça ufaktım. Yol boyunca büyük meşe ağaçlarının serinliğinde dağ kadar karınca yuvaları görürdük. Kurumuş ağaç dallarından yapılmış bu yuvalar nerdeyse belime gelirdi . Bu yuvaları dağıtmak istediğimde dedem ters ters bakar “Sen mi yaptın da sen dağıtıyorsun” derdi, susardım; ne demek istediğini anlamak için elbette. Önce karınca yuvaları yok oldu çünkü o büyük meşeler kışın ısınmak için insanlar tarafından birer birer kesildi. Sonra meşeleri yurt eylemiş kuşlar, keklikler, sığırcıklar, kartallar…
Doğanın kalbine doğru uzattığımız yok edici medeniyetimiz ölümcül bir karşılık veriyor bize. Karıncaların yok olduğu bir coğrafyada karşımıza çıkacak belaları o gün göremiyoruz ama bir on yıl sonra doğa affetmiyor. Zira çocukluğumla birlikte kaybolan kuşların, karıncaların, kartalların ardından öyle bir bela geldi ki hiç kimse akıl sır erdiremiyor; kene… Endüstriyel gübre, vahşi ağaç katliamı önce karıncaları yok etti sonra da kuşları. Özellikle de köyün üstündeki tepede uçan kocaman kanatlı kartalları. Kuşların, karıncaların ardından bozulan uyum. Doğanın kalbine saplanan hançerin cezasını insanlar keneler tarafından ısırılarak, şimdi ve teker teker ölerek ödüyorlar.

Hani geçmişe ağıt geleceğe öğüttür dedik ya, Beşiktaş tribünlerini Beşiktaş’lılığın, çarşının ruhuna endüstriyel hançerin girmesine izin vermeyin zira işin doğası kaldırmaz.
Keneler pusuda bekliyor.

Bahattin Baba...


Ya-ya-ya...Şa-şa-şa.../Murat YILDIRIM

Bir zamanlar tribünleri dolduran taraftarlar takımlarını “Ya ya ya,şa şa şa …….., …… çok yaşa” diye bağırarak desteklerlerdi. O zamanların taraftarı için en önemli mesele, takımının çok yaşamasıydı, yani hep var olmasıydı. O zamanlar tribünlerde yer alan insanlar için takımlarının sadece varlığı, kendilerinin var olması için yeter de artardı. Ortaklaşmak ve keyifle buluşmak için aranan müşterek işte bu kadardı. Bu talepteki vurgu, özdeşlemenin, birlikte var olmanın en ihtirassız ifadesiydi de… Bu alçakgönüllü dilek ve beklenti takım/taraftar ilişkisinin sürüp gidebilmesi için yeterliydi.

Endüstriyel futbolun bileşenleri ve birleştirenleri öncesi, taraftarın futbol oyunundaki en temiz hali yani… Dikkat edilecek olursa burada taraftarın kendisi için istediği hiçbir şey yok. Tezahüratın içinde ne “ben” sözcüğü var ve ne de “benim”… Bugünlerin, her sözcüğü arsızca üstünlük arzusu ve hırs kokan tezahüratlarıyla kıyaslandığında ne kadar mütevazı bir talep değil mi… Hiçbir ihtiras, zorlama, yönlendirme yok. Hiçbir baskı, taciz, öfke yok. Gönüllerin birleştiği tek bir ortak talep var : “çok yaşamak”… Yani yeter ki yaşa, nasıl olursa olsun sen çok yaşa bu bana yeter. Birlikte yaşar gideriz ve ben bununla yetinirim. Ne kocaman transferler, ne ulaşılmaz zaferler ne de bu diyarların en büyüğü olmak…

Buradaki hassasiyetin, karşılıklı bir var oluş meselesinden ibaret olduğu dikkat çekiyor. Öne çıkan gerçek, o günlerin taraftarının, aynen yukarıdaki tezahüratta ifadesini bulduğu gibi sadece taraftar olmasıdır… Destek mesajları hep ikinci tekil şahsı vurgulamakta. Kendisine dair hiç bir talebi yok, kendisi bu sürecin en etkili unsurlarından biri belki ama asla büyük paylaşım organizasyonunun henüz bir unsuru değil. Taraftar, henüz bu paydadaki en büyük ‘pay’ın kendisi olduğuna dair bir inanışa ikna edilmemiş. Bu haliyle ne güç ve iktidar sahibi ne güç ve iktidar sahibi olanlarla ilişkisi var. Ne kendini böyle bir yere koymakta ve ne de böyle bir talebi var. Yarattığı etkinin, kendisine sunacağı güç ve iktidara ilişkin sonuçlarıyla ilgilenmiyor. Zaten ne bir güç olma talebi var, ne de bir güç olursa bunun sağlayacağı iktidarı sevmek ve sahiplenmek özlemi ya da hayali ya da hesabı… Sıkı taraftar olmanın hiç beklemediği ve hatta talep etmediği bir yerde ve zamanda ona bir güç/iktidar sunabileceğini hiç düşünmemiş. Endüstriyel futbol senaryosunun kendisine de bir rol biçeceğini ve masada bir yer vereceğini hiç hesaba katmamış. Bu sandalyeye oturmanın var oluş şeklinde yaratacağı deformasyonun sonuçlarına ilişkin hiçbir fikri hazırlığı yok. Bu sandalyeye oturmanın kendisinden neleri alıp götüreceğini bilmiyor. Kendisini sistemin içine alacak ve dolayısıyla en etkili görünürken aslında esamesinin okunmadığı bir yere çekecek tuzağın farkında bile değil. Neticede bu safiyane duruş, sürecin aslında onun kontrolü dışında gelişmekte olduğunu da gözden kaçırmasına sebebiyet verdi. Bu vahşi gerçekle karşılaştığında itiraz edecek zamanı bile bulamadı. Şaşırdı. Kendini bu düzende yeniden konumlandırmaya çalıştı. Beceremedi.

Sevdiği ve olageldiği yer ile endüstrinin onun için uygun gördüğü daha doğrusu ona dayattığı yer arasında içine sindiremeyeceği bir fark vardı ve daha da önemlisi birbiriyle çok çelişmekteydi. Devasa bir dengeler oyununun en önemli aktörlerinden biri haline gelivermişti. Kendisinin bile inanamadığı bir gücün ve iktidarın sahibi oluvermişti. Önceleri yerini yadırgadı. Uygun bir pozisyon almaya çabaladı. Giderek, farkında bile olmadan kendisine biçilen rolün gereklerini yerine getirmeye başladı , hatta o rolü benimsedi. Artık tezahüratlarında öne çıkan vurgu kendisi ve beklentileri hakkındaydı. Taraftarı olduğu takım bile o’nun için vardı. Artık çok yaşayacak olan kendisi idi… Bu endüstrideki en önemli unsurun kendisi olduğunu fark etmiş olmanın güveni ile tribünlerdeki yerini alıyor ve “benim hakkım” dediği ne varsa yüksek sesle istiyordu. Sahip olduğu gücü bu şekilde kullanıyor olmasının son tahlilde endüstriyel futbolun şahlanmasına hizmet ettiğini göremiyordu. Kafalar karışmıştı. “Biz” bile denilmezken, yani kocaman toplamın içinde ayrıca “biz” ile ifade edilecek kimselerin dahi olmadığı bir yerde, “biz” sözcüğünün arkasına saklanan “ben” vurgularıyla tanıştı. Tamam, senaryonun “esas oğlan”ı olmuştu ama senaryoyu başkaları yazmaktaydı… Biz denilen yerde ister istemez onlar da ortaya çıktı. Bu kargaşada kim hangi değirmene ne için su taşımaktaydı, her şey karıştı. Ortaya baş edilemez bir kaos çıktı. Şimdilerde, filmin aynen geriye sarılması beklenmekte… Kendisine sunulmuş görünen güç ve iktidarın aslında bağımlı olmasını sağlayabilmek adına kullanılan bir araç olduğu fark edilecek öncelikle. Güç ve iktidar sahibi olmak elinin tersiyle itilecek. Böylelikle masadan da kalkılmış olunacak. Sonra kendini abartmaktan vaz geçilecek. “Ben” ve “benim” unsurunu öne çıkartan bütün tezahüratlar portföyden çıkartılacak. Tekrar en başa dönülecek ve takımı ile beraber çok yaşamayı isteyen ve sadece bu birlikteliğin var olmasıyla yetinip bununla mutlu olmayı bilen hakiki taraftarlar olarak oyunun içindeki hakiki yerine sahip çıkılacak…

Nasıl bir sevmek.../Samet ALPARSLAN (Eaglesgate)


Tarih 1-Ekim 2003 Çarşamba. Heyecan içerisinde trenle havaalanına, Beşiktaş kafilesini karşılamak için yola çıktık. Her zaman 45 dakika süren yolculuk şimdi sanki saatler sürmüştü; git git bitmiyor. Bastıramadığımız heyecanımızla trende tezahürat yapıyor, sevgimizi haykırıyorduk. Etraftaki İngilizler büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde bizleri izliyorlardı. Hani sanki keklikler havaya giriyorlar hesabına üst perdeden küçümsercesine bakışlarla bizi süzüyorlar. “Bunların hepsi deli” dedikleri gözlerinden açıkça okunuyordu. Heathrow havalimanına geldik. Yarım saate yakın bekledikten sonra Besiktaş’ımız çıktı sonunda. O nasıl bir tezahürattı, nasıl bir coşkuydu… Önce Zago çıkmıştı; peşinden İlhan, onun peşinden Sergen; dün gibi hatırlıyorum. Bizi orada gördüklerinde hayretler içerisinde kalmıştı hepsi de; çok da sevinmişlerdi. Onları coşku ile otobüslerine kadar uğurladık. İşte o gün, o tarihte eaglesgate-ÇARŞI doğdu. Artık Londra’da da ÇARŞI ruhuna sahip kartallar vardı. O maçta tarihi Beşiktaş’ımız yazdı yazmasına da, ya taraftarın yazdığı tarih? “Stanford Bridge’in çimlerinde Kartalın Kanat sesleri” yankılanırken tribünlerinde bizi susturmak için yapılan anonslardan tutun da görevlilerin bizi zaptedebilmek için koşuşturmalarını görecektiniz asıl. Neredeyse stattaki tüm görevliler etrafımıza toplanmışlardı. Dünyaca ünlü Stanford Bridge stadı böyle bir sevgiyi daha görmüş müydü acaba?

Eaglesgate, yani Türkçe anlamıyla “Kartalların Geçidi” ise, doğu Londra’ da bizim çoğunlukta olduğumuz bir yerdir. Asilcan Kartal ve Cem Kartal'ın yardımlarıyla seneler geçtikçe büyüyen grubumuz zaman zaman İnönü’ de Beşiktaş’ ımızı desteklemeye gitmiştir. Son olarak Liverpool, Marsilya ve Porto maçlarında bulunmuştur. Burada yaşayan Türkiye’ lilerin sayısı diğer Avrupa ülkelerinde yaşayanlara göre daha az olsa da sayımız gün geçtikçe çoğalıyor. Tüm maçlara gitmeye gayret ediyoruz. Gidemediğimiz zamanlar maçları ise bize ait olan bir mekanda izliyoruz. Geçende bir maçtaki golde öyle bir bağırmışız ki sokaktakilerin hepsinin içeri nasıl baktığını dışarıdaki arkadaşlar gülerek anlatırlar. tabiî ki bizim tarafa başkası giremiyor. Ne yapalım, tabiatımızda var kimseyi yanımıza yaklaştırmamak..

Bu nasıl bir sevmektir ki, hiç bir engel tanımayan… Hani bazen kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlar vardır. O kelimeleri bulmak için çok çaba harcarsınız; sonra tam buldum derken yetmez. Bir yenilginin ertesi günü evde ne varsa; şapka, atkı, mont, forma, hepsini giyip “İnadına Beşiktaş ulaaan” diye haykırmak… İşte tam burada, o anda “Hayat da Beşiktaş Ulan” diye yırtınmak… “Yüzünüz yetmez hepiniz gelin” diye dayılanmak… “Yeri gelir çekeriz cefa yeri gelir süreriz sefa; teneke parçasına tapsaydık treni tutardık kardeşim” demeyi anlatmak değil yaşamak lazım. Satırlara ne kadar döksek de yaşadığımız bu büyük aşkı yetmez anlatmaya. Bu aşk ile doğduk, bu aşk ile öleceğiz. Çarşı Berlin’in de dediği gibi “Sevmeye Engel Değil Mesafeler” evet gerçekten de böyledir. Bizim Aşkımız ülkelerin de ötesine taştı artık..

Biz bu kenti tribünden sevdik.../Keçi YILMAZ


Sakarya' dan sevgiler arkadaşlar. Endüstriyel futbol ve tribünler adına paylaşacak çok şeyimiz var. Gelişen teknoloji ile bunları çeşitli platformlarda dile getirip görüş alış verişlerinde bulunuyoruz lakin emeğin gücüyle ve imece usulü çalışmaların sonunda ortaya çıkan güzelliği paylaşmak bir başka güzel oluyor.

Bu günlerde bizler, Tatangalar olarak efkarlıyız. Şu sıralar sevdamız, canımız, sevdiğimiz, tribünden avaz avaz ortalar yaptığımız takımımız satılığa çıkacak. Yok yanlış okumadınız resmen satılığa çıkacak hem de ihale usulü. Yani ben size endüstriyel futbolun göbeğinden sesleniyorum. O zor deplasman olan şehrimizin takımı, o nice futbolcuları bağrından çıkarıp futbolun hizmetine sunan takımımız satılık. Yaşadığımız büyük depremin ardından Belediye ye devredilen takımımız, şimdi belediye tarafından ihaleye çıkarılıyor. Ah memleketimin acayip durumları ah. Endüstriyel futbol belası ne ki? siyasetin futbolun içinde olmasının yanında. İkisi ayrılmaz ikili mi yoksa? Bizim, yani tribüncülerin değer dedikleri, önemli dedikleri şeyleri göremeyenlerin ellerinde yönetilmeye çalışılıyor kulüplerimiz. Aramızda dağlar kadar fark var. 1965 yılında kurulmuş Sakaryaspor’umuzun maalesef kongresi bile yapılmıyor. Yani biz istesek bile kulübe üye olamıyoruz çünkü zamanında şirketleşen kulübümüzün hisselerinin % 68 belediyenin mepaş şirketinde. Geri kalanı Sakaryaspor
kulübü derneğinde gözüküyor ki, en kritik nokta burada başlıyor. Kulübümüzün derneği de sadece adres olarak gözüküyor. Yönetim kurulu da belediye tarafından yenilenmiş ve üye olamıyoruz. Peki biz kimi seviyoruz? Biz bu şehri tribünden seviyoruz derken acaba sadece şehrimizi mi seviyoruz? Tabi ki hayır. Bizler, bizlerden uzaklaştırılmaya çalışan Sakaryaspor ' u, şehrimize kazandırmak için son on senedir siyasetle mücadele etmeyi göze alan bir topluluğuz. Arkalarında hep birilerinin olduğu söylenen Tatangalar siyaseti yıldırdılar. Şimdi ellerini çekmeye çalışan siyasetçiler bizden intikam alıyorlar; satılık takım var diyerekten. Biliyorlar delirecez , çıldıracaz , sahaya inecez.


Bizi kulübümüze üye yapmazlar, siz pahalılıktan üye olamazsınız. Kombine zaten kimlik kartı yerine geçiyor tribünlerde. Bir acayip yarışa seyir keyfi veren taraftarlar, il güvenlik kurullarında hesap verirken, depremi bekleyen İstanbul' da önlem olarak İstanbul Büyük Şehir Belediye Futbol Spor kulübü kuruluyor. Formaları akutu andırıyor ya. Ankaraspor stad yapıyor memlekete hizmet için.

İşte bu dünyada gönül insanı olmanın dertleri bunlar. Bu adileşmeye yüz tutan oyun, ona yüz verenler, ona yol verenler yolunuz açık olsun. İç karartmakta üstüme yoktur bu arada. Siz yine de keyfinizi bozmayın. Umarım uzun soluklu olursunuz.

Endüstriyel futbol ve sınıfsal durumu.../Onur KANYILMAZ

Toplumun sınıflara ayrılması futbol öncesinde de, sonrasında da her zaman var olmuştur; tek fark, bu sınıflandırmanın günümüzde daha çok olmasıdır. İktidar kavgaları, sınıf çatışmaları gibi sorunsallar, dünya düzeninde pek çok şeyin odağında olduğu gibi futbolun merkezinde de tam gaz sürmekte ve her "ekonomik" sektörde olduğu gibi kontrolsüz büyüme, tekelleşme hatta "tröstleşme" futbolda da hızlı bir zıtlaşmayı beraberinde getirmekte.

İngiltere, İspanya, İtalya gibi futbol devi ülkelere imrenircesine hızla büyüyen Türk futbol endüstrisi de giderek global bir kimliğe bürünmekte ve her yıl biraz daha "mal"laşıp, ticari değer kazanmakta. Türkiye'nin 2007 yılı GSMH'sı yaklaşık 600 milyar YTL'yi bulmuş durumda. Kabaca bir hesapla, milli gelir içerisinde futbol sektörünün payı %1 olarak baz alınsa bile 6 milyar YTL'lik, -daha da korkunç olanına gelirsek-, %2lik bir payla yaklaşık 12 milyar YTL'lik katma değer oluşturmak suretiyle koca bir pasta gibi giderek yükselen bir devden söz ediyoruz.

Peki kim bu pastanın sahibi, üreticisi, tüketicisi?;
Öncelikle sermayedarlar tabii ki... Çok farklı rollerde de olsalar, söz, yetki, karar ve kar sahipleri. Genellikle işadamlarından oluşan, klübün malvarlığını ve nakit akışını yöneten, klüp adına borçlanıp bazen de kulübe maddi destekte bulunan yöneticilerden tutun, teknik ekipman, dekoder ve yayın hizmeti satan yayıncı kuruluşa; futbol medyasına, futbol federasyonuna, hatta elindeki araziyi, stadyumları kulüplere kiralayıp bahis işinden yüzdesini alan ve dolayısıyla katma değerde "katkısı" bulunan devlete kadar pek çok sermayeder bu pastayı önümüze sunmaktalar.
Futbolun üreticilerini ve işçilerini irdelediğimizde ise yıldızlarına göre pastadan pay alan yıldız futbolculardan tesis çalışanlarına, teknik heyetten, futbol medyası emekçilerine kadar uzanan -bu emekçilerin içinde Ahmet Çakar, Hıncal Uluç gibi aristokrat bir sınıfta var- geniş bir yelpaze çıkıyor karşımıza. Sektörün tüketimsel boyutunda ise gerek evlerinde, gerekse de barlarda, kahvehanelerde -ki burada bir alt pazara da bir ekonomi yaratıldığını görüyoruz- maç yayınına talep gösteren şifreli yayın üyelerinden, sosyo-ekonomik vaziyetlerine göre numaralı, kapalı yada açık tribünde maç izleyen biletli seyircilerine, kulüp ürünlerini satın alan taraftarlara kadar uzayıp giden bir liste.

Peki istikamet neresi?;
Sporun beşiği Antik Yunan'da "zeytin dalı kazanmak" için yapılan müsabakalar ve günümüzde futbolun geldiği nokta... Eskiden mahalle, semt, kent takımları ile profesyonel olmayan bir ruhla oynanan futbol, bugün artık sermaye bağımlı ve milyarlarca doların oluşturulup paylaştırıldığı bir sektör haline gelmiş bulunmakta. Tıpkı rağbet görme ve yükselme dönemlerinde olduğu gibi, futbolun sınıfsal unsuru bugünde var. Yukarıda da belirttiğim üzere, iktidar, güç ve sınıf savaşları futbolun merkezinde de en can alıcı noktada duruyor ve her sektörde olduğu gibi eşit olmayan büyüme ve tekelleşme. Süper zengin ve egemen bir kulüp "sınıfı" genelde her ülkede olduğu gibi kupaları kendi aralarında döndüredursun, diğer kulüpler sadece fikstüre renk katmakta ve sadece başarıya endeksli olmayan, "futbol seyircisinin"(yani tüketicinin), oyundan aldığı zevk ve seyir zevki giderek ölmekte. Futbol sektörü üretiminin en önemli öğesi olan sermaye ve getirisi olan karla harmanlanmış taktiklerin, karar organlarının ve kararlarının, futbolcuların, futbol zevkini ve futbolun temeli olan tutkuyu öldürüp öldürmediği, futbola olan ilginin azalıp azalmayacağı, bu maddeleşmenin, fazlasıyla ticaretleşen bu sektörün, gelecekte daha sıklıkla irdeleyeceğimiz sorular ve sorunlar yaratacağından şüphe yok.

SÖYLEŞİLER .../Ümit BAYEZİT


Dünden bugüne...

Beşiktaş ve futbolun hayatının her döneminde yer aldığı, 1934 doğumlu Bayar amca (BEŞİROĞLU) ile Beşiktaş’ımıza ilişkin dünden bugüne anılarını paylaşırken, “Anti Fener” lakaplı Kerem kardeşimiz de değişimin aynası gibi bugünlerden yarınlara, üzerindeki lisanslı forması, SİYAH & BEYAZ BEŞİKTAŞ logolu çorapları ve ayakkabıları ile bizlere sessiz mesajlar aktardı. Hani şu 2003 doğumlu, bu yaşta “İşte böyle bir şey Beşiktaş’lılık” diyerek BJK TV ekranlarından sevdasını haykırma şansı yakalayan, kapalı tribün müdavimlerinin de çok yakından tanıdığı, ligde oynanan son Manisa maçı öncesi sete çıkarak taraftarı çıldırtan, “Kerem sahaya üçlü çektir Kartal’a” tezahüratına mazhar olan, İzmit’li Kartalların “Alen’in kankası Kerem Başkan” dedikleri Kerem kardeşimiz…

Bayar amca, Kerem ve abisi Zafer’le bir kafede buluşuyoruz. Kerem kardeşimizin sırtında her zamanki gibi 12 numaralı “ANTİ FENER KEREM” yazılı forması var. Bayar amcamız ise günlük kıyafeti ile bizlere doğru yaklaşırken Kerem’i fark ediyor (Bayar amca ve Kerem ilk kez bir araya geliyorlar). rahatsız gözlerindeki kartal ışıltısıyla Kerem’e bakarken iki kelime ile haykırıyor sevdasını: “YAVRU KARTAL!”
Birbirlerini tanımamalarına rağmen Beşiktaş’lılık ruhu onları bir araya getiriyor ve sarmaş dolaş oluyorlar. Keremle diyalog kurabilmenin en önemli şartı “Beşiktaş’lı olmak.” Çünkü…

Başlıyoruz Bayar amca ile doyumsuz sohbetimize:

Ümit Bayezit: Bayar amca, tüm HALKIN TAKIMI üyeleri ve okuyucuları adına davetimizi kırmayıp anılarınızı dinleme şansını bizlere verdiğiniz için size teşekkür ederiz. Bayar Beşiroğlu: Beşiktaş’ın olduğu her yerde olmaya çalıştım ve Beşiktaş’ ta benimle birlikte oldu her zaman. Ben sizlere teşekkür ederim.

Ü.B: Beşiktaş’la tanışmanız nasıl oldu? Sizin için ne ifade ediyor Beşiktaş? (Her “Beşiktaş” ismi geçtiği anda olduğu gibi gözleri parlıyor.) B.B: 1940-1941 yıllarıydı. Ailemle birlikte Artvin-Hopa’dan İstanbul’a taşındık. İlkokula İstanbul’da başladım. İki ağabeyim de Beşiktaş’lıydı. Ben ise, 1944 yılında Şeref Stadında seyrettiğim ve 1-1 biten Süleymaniye maçı ile Beşiktaş’ımı tanıdım ilk kez; hala birlikteyiz…

Dost sohbetlerinden birinde, bir dostum hangi takımın taraftarı olduğu sorulduğunda :
“Bayar’ın dediği gibi, Övünmek gibi olmasın ama Beşiktaş’lıyım” demişti. Övünüyorum, Beşiktaş’lıyım… (Bu arada Kerem de giriyor sohbete: “Bende Beşiktaş’lıyım…”)

Ü.B: 1944 yılı, Süleymaniye maçı. Harika! Anılara devam edelim isterseniz.
B.B: Beşiktaş’ta, anılarda bitmez. Yıl 1947;.
İnönü Stadı’nın açılış maçındaydık. Beşiktaş’ım İsveç’in AIK Stockholm Takımıyla oynuyor. 2-3 mağlup oluyoruz ancak gururluyuz. Şeref Stadında Fenerbahçe’yi 2-1 yendiğimiz maç da unutulmayanlardandır.
Yine ilk yarısını 0-1 mağlup kapattığımız fakat buna rağmen devre arasında maçı 3-1 alacağız diyerek bir Fenerbahçe taraftarıyla iddiaya girdiğim ve 3-1 kazandığımız Fenerbahçe maçını da, İnönü Stadında Beyoğlu’nu 8-0 yendiğimiz maçı da unutamam.

Ü.B: Şeref’imizle oynayıp Hakkı’mızla kazandığımız dönemlere şahitlik etmeniz bizi çok heyecanlandırdı.
B.B: Ethem, Yavuz, Vedihi, Eşref, Hüseyin, Süleyman Seba, Baba Hakkı, Ali İhsan, Kemal, Voleci-Şeref,Şükrü
(Bir çırpıda sayıyor dönemin kadrosunu)
Saha içinde Şeref golü kaçırdığında Baba Hakkı’nın elini beline koyup bir bakışı vardı ki söze gerek kalmazdı. 1980’li yılları da hiç unutamam. Eniştemin sınıf arkadaşı olan Hakkı Yeten ile şöhretler kahvesinde sohbet etme şansım olmuştu; o gün de konuşmuştuk. O zaman futbol zordu. Bende bacağım kırılana kadar futbol oynadığım için biliyorum. Soyunma odasında üzerimizdeki çamuru temizlemek yarım saatimizi alırdı. Zordu zor... Ancak terbiye, saygı, sevgi, samimiyet daha fazlaydı o dönemde. Hem saha içinde hem de tribünlerde.
Takım mağlup olduğu zaman futbolcuların yüzü yerden kalkmaz mağlubiyetin acısı yaşanırdı. O gün evde hüzün varsa kesinlikle Beşiktaş mağluptur. Profesyonellik yoktu; amatör ruhla yürürdü bütün işler. Profesyonellikle birlikte sporun ruhu, anlamı bozuldu; spora ait tüm değerlerin içi boşaldı sanki.

Ü.B: Tribünlerin de farklı olduğu açıkça görülüyor anlattıklarınızda.
B.B: O dönemde evimiz Taksim’deydi.
Maça bir hafta önceden hazırlanır, tüm arkadaşlarımız birlikte toplu olarak giderdik stada.
Babam bizimle maçlara gelmezdi. Ancak ellili yaşlarında olmasına rağmen annem gelirdi. Her iki takım taraftarı maçı birlikte izlerdik. Tribünde herkes birbirini tanırdı. Yabancı olan hemen sırıtır, rakip takım taraftarı olduğu belli olurdu. Ufak tefek, nadiren gelişen olaylar dışında tribünde kavga, kargaşa olmazdı. Futbolun her sonuca açık bir oyun olduğu unutulmaz, futbolcular sahada birbirlerine kasti, kırıcı ve rencide edici hareketler yapmazdı. O dönemde futbol oynamak da izlemek de zordu, fakat daha eğlenceliydi.

Beşiktaş – Vefa maçındaydık. Üç kardeş deniz tarafındaki tribünden maçı izliyoruz. Beşiktaş’ımız mağlup durumda. Arkamızdaki Beşiktaş’lı taraftarlardan birisi bizim futbolcularımıza küfür edince ağabeyim döndü adama bir tokat attı. Beşiktaş’ımızın golünden sonra bir baktım ağabeyim ve tokat attığı adam sarmaş dolaş olmuşlar.

Ü.B: Kulübün yönetimsel yapısı nasıldı o dönemde?
B.B: Bunu yine bir anımla açıklamak istiyorum. Beşiktaş ve Fenerbahçe’de futbol oynamış olan sevgili dostum Şenol BİROL (Fenerbahçe taraftarıydı), Beşiktaş’ tan Fenerbahçe’ ye transferini en büyük hatası olarak değerlendirirdi. “Beşiktaş Türkiye standartlarının üzerinde bir kulüp. Biz Beşiktaş’ta oynarken yöneticilerimiz ve taraftarlarımız mağlup olduğumuz anda bile bizleri destekler, gönlümüzü alır, şefkat ile yaklaşırlardı. Üstelik yöneticilerimiz, mağlubiyete rağmen cebimize para da koyarlardı. Fenerbahçe’de bu tavır asla yoktu.
Beşiktaş başkadır…” derdi.

Ü.B: Taraftarlar arasında rekabet, atışma olmaz mıydı hiç?
B.B: Olmaz olur mu? O dönemde daha çok karşı tarafla dalga geçilir ancak terbiye sınırları içinde kalınırdı. Ağabeylerim sebebiyle, kaybettiğimiz maçlardan sonra evimizin kapısına Siyah-Beyaza boyanmış bir tabut koyarlardı. Bizde galip geldiğimiz maçlardan sonra rakip takımın renklerine boyanmış tabutları gezdirirdik İstanbul sokaklarında.

Ü.B: Şu anki taraftar ve tribünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
B.B: Taraftarlar da profesyonelleşti. Genel tavır kayboldu gibi geliyor bana. Kaybolan samimiyetin sebebi cehalet sanıyorum. Dünyanın konuştuğu Beşiktaş taraftarını ben de takdir ediyorum ancak aşırıya kaçan bazı tavırlar ve davranışlarda bulunan taraftarları görmek üzüyor beni. Bir Beşiktaş’lı Beşiktaş değerlerini taşımalı, içinin boşaltılmasına izin vermemelidir ancak bu saygısız ve sevgisiz tavır sadece Beşiktaş taraftarının değil genel olarak futbol taraftarının tavrı haline geldi maalesef.

Birkaç yıl önceydi: Sakaryaspor-Beşiktaş maçını izlemek üzere torunlarımla birlikte Adapazarı’na gittik Beşiktaş’ımız golü atınca heyecanla alkışlamışım (Sakaryaspor tribünündeyiz). Yanımdaki genç, “Amca sen Beşiktaş’lısın galiba” dedi. Arkadakiler homurdandı, yanımızdaki genç onları yatıştırdı. Aracımız 34 plaka olduğu için torunlarıma, “Çıkışta sıkıntı olabilir erken çıkalım” dedim. Bu arada maç 1-3 tü. Tam stadı terk ederken gol oldu; skor 1-4 oldu. Taraftarın olası tavrı Beşiktaş’ımı alkışlamaktan, sevinmekten ve galibiyetin hazzından men etti bizleri. Beşiktaş’ımın golünü izlemekten mahrum olduk, üzüldük. Böyle olmamalı…
Beşiktaş galip olduğunda sevinen, mağlubiyetlerde ağlayan, üzülenlerdik ancak her iki duyguyu da dozunda yaşarım hala. Taşkınlık yapmadık hiç.

Ü.B: Beşiktaş gündemini takip edebiliyor musunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
B.B: Gökhan Zan’a kızgınım. “Avrupa Şampiyonası bitmeden imza atmam” demesi sebebiyle. Oysa ki İbrahim Toraman öyle mi?: “Ben Beşiktaş’ta ki görevimi tamamlamadım. Bu camiaya şampiyonluk borcum var. Şampiyon olmadan hiçbir yere gitmem” sözlerini alkışlıyorum. Öz kaynak düzeni çok önemli. Batuhan, Aydın ve Serdar Özkan gibi gençler gururlandırıyor beni. Beşiktaş’lı Nihat’ı tüm dünya gibi bende takdirle ve gururla izliyorum. Gençlerin hataları var tabiî ki ancak çok gençler, düzelirler; destek olmak lazım. Adem Büyük iyi bir futbolcu; haberlerini alıyorum. Babasıyla da paylaştım; en büyük hatası, saha içinde çok konuşuyor. Yıldırım bey ve ekibinin samimiyetinden şüphem yok. Vakitlerini ve nakitlerini Beşiktaş’ımız için harcıyorlar. Hataları yok mu? var elbette; umarım düzeltirler ve istedikleri, istediğimiz seviyeye gelir Beşiktaş’ımız. Ancak Süleyman SEBA başkaydı.
Ü.B: Büyük BEŞİKTAŞ taraftarı projesini nasıl değerlendiriyorsunuz? B.B: Güzel bir proje. Emeği olanları kutluyorum. Samimiyetle hazırlanmış, her ayrıntısı düşünülerek tasarlanmış, kulübün emin adımlarla kendi yolunda yürümesini sağlayacak ve öz kaynak düzenini kuvvetlendirecek, destek amaçlı bir proje.
Yönetimin üzerine düşenleri sağduyu ile değerlendirerek yapacağına, Beşiktaş taraftarını ait olduğu değerler bütünü içerisinde resmi olarak konumlandıracağına ve bunun gerekliliğine inanıyorum. Zira Beşiktaş isminin önüne ya da arkasına her hangi bir isim gelmesi tüm Beşiktaş taraftarı gibi beni de üzüyor. Beşiktaş her şeyin üzerinde bir değerdir. Yapmamız gereken tek şey bir arada olmaktır.

(Keremin yokluğu dikkatimizi çekiyor. Arkamızdaki koltukta yattığını görüyoruz.)
Ü.B: Kerem neden sohbete katılmıyorsun? Seninle de konuşmak istiyoruz. Yanımıza gelir misin?
Kerem: Midem bulanıyor gelemem.

Kerem sohbete katılmayınca abisi Zafer Uçar ile Kerem’i ve Beşiktaş’ı konuşuyoruz.
Beşiktaş’lı kimliğiyle bambaşka bir çocuk! Kerem. Yaşıtı çocuklar için “kardeş” söylemlerine ancak Beşiktaş’lı olması durumunda cevap veriyor. Dayısının oğlu Mert Fenerbahçe’li olduğu için odasına girmesine izin vermiyor. Maçları kapalı tribünden izliyor. Bir sonraki maç için (okuma-yazma bilmiyor) “yatcaz kalkcaz” diye gün sayıyor ve yanılmıyor. Maça götürülmediğinde ise kendisine zarar veriyor. Beşiktaş’ı asla hiçbir şeye değişmiyor. Babasının arkadaşlarının “ top alacağız, forma alacağız bırak Beşiktaş’ı” demesi üzerine babasına: “Bunlar yaramaz adamlar; senin arkadaşın olamazlar. Baba bırak sen bu ….” Diyecek kadar Beşiktaş’lı. Vaktinin çoğunu bilgisayar başında Beşiktaş videoları izleyerek, besteleri dinleyerek geçiriyor. Tüm besteleri biliyor. İsteklerini beste şeklinde söylüyor. İstekleri yerine getirilmediğinde “… yapmayan Fenerli olsun!” diye bağırıyor. Objektifler kendisine döndüğünde ise hemen elleri Kartal pençesi oluveriyor.

Anlatılması zor, yaşanılması gereken bir çocuk! Kerem. Beşiktaş sevgisi dolu. Herşeyi Beşiktaş.

Bayar amca birkaç gün önce geçirdiği göz ameliyatına rağmen bizi kırmadı, Beşiktaş sevdasının verdiği güç ile çok sevdiği Beşiktaş’ı ile ilgili anılarını paylaşmak üzere bizimle bu harika sohbeti gerçekleştirdi. Kendisine ve sınav hazırlıklarını bir yana bırakarak bizimle Kerem kardeşimizi buluşturan Zafer Uçar kardeşimize de tüm Beşiktaş taraftarı ve HALKIN TAKIMI ailesi adına teşekkür ediyor, Bayar amcaya tekrar geçmiş olsun diyoruz.

Ona her günü SİYAH&BEYAZ yaşanacak uzun ömürler diliyoruz.

Atölye Cem ÖZEL


Stadlarda ’Holigan eşek arısı’ projesi.
Kısa adı FID olan Fuzuli İşler Daire Başkanı Cem Özel (adı kısa olan daire, Cem değil) eşek arıları üzerinde bir çalışma yaptıklarını, kurbağalı dereden kovanlarına su verilen arılarla insanların Fenerli olup olmadıklarını belirleyebileceklerini söyledi. Uzmanlar ise projeyi ciddi bulmadı.

Cem Özel, dün hazırlattığı çilingir sofrasında, daire başkanlığının pek mühim çalışmaları ve projeleri hakkında basına bilgi verdi. Stadlara kılık değiştirerek gelen taraftarlar hakkında görüşlerini aktaran Cem Özel konuyla ilgili bir proje geliştirdiklerini söyledi. 2,5 aydır bu proje üzerinde çalışıldığını belirten Özel; "Dünyada uygulanmamış bir proje ama başaracağız. Projeye tamamlandığında, stadlarda forma değiştirilerek yapılan kamuflaj büyük ölçüde engellenebilecek. Çalışma arılar üzerinde yapılıyor. Bunun sebebi, arının, insan üzerinde gezmeyen ve konmayan tek canlı türü olması; sokar ve kaçar. Çalışmalar kapsamında arılara çeşitli noktalardan alınan kurbağalı dere suyu veriliyor. Bu çalışmalarda başarı sağlanırsa arılar sadece Fenerlilere konacak ve onları deşifre edecek. Projeyi uzmanlara danıştıktan sonra Halkın Takımı ile paylaşıp hayata geçireceğim."
Fenerlilerin psikolojisini bozar…
Uzman Selçuk Yuva (Cambridge Universitesi Psikiyatri kliniği müdavimi): Sınırın aşıldığı kanaatindeyim. Ayrıca insan haklarına aykırı bir çalışma. Arılardan korkanlar olabilir. Bu uygulama Fener taraftarının psikolojisini bozabilir. Bu uygulamayı tuhaf buluyorum.
Berna Kuşkonmaz (Zoolog): Arıların insanlar üzerinde çok ciddi etkileri olabilir. Alerjisi olan birisi bu arılar tarafından sokulursa, takım değiştirmesine neden olabilecek bir uygulama. İlkel ve çağdışı buluyorum.
Destekleyenlerde var…
Osman Borazan (Ses Teknisyeni): Daha önce denenmiş bir yöntem değil. Kendini ispatlayacak bir yönteme de benzemiyor. Arının yaklaşması ile ortaya çıkacak ses tribün akustiğine olumsuz etki yapar.
* * *

Müzikalite

Müslüm Gürses-Aşk Tesadüfleri Sever

Müslüm Gürsesin 2006'da piyasaya çıkan albümü. Müzikal anlamda çok farklı bir proje. Süpervizörlüğünü Murathan Mungan’ın yaptığı albümde Garbage'den The world is not enough, Rainbow'un temple of the king, Björk'ten bachelorette gibi batı müziğinin önemli parçalarını Müslüm Gürses yorumuyla dinleyebilirsiniz.
Albümün belki de en dikkat çeken çalışması Murathan Mungan'ın aynı adlı şiirine Müslüm Gürses'in Sezen Aksu ile yaptığı düetle can verdiği Sebahat Abla şarkısı.
Kendini tekrar etmek yerine böylesine farklı bir proje ile karşımıza çıkan Müslüm Gürses'in bu albümü dinlemeye değer.
İçindekiler

1 -Bir Ömür Yetmez ( Garbage - The World is Not Enough ) - 04:02
2 -Hayat Berbat ( Bob Dylan - Mr. Tambourine Man ) - 03:10
3 -Affet ( Rainbow - Temple Of The King ) - 04:39
4 -Kış Oldum ( David Bowie - I`m Deranged ) - 02:56
5 -Nilüfer ( Murathan Mungan / Sunay Özgür ) - 04:18
6 -istanbul`a Elveda ( Leonard Cohen - Alexandra Leaving ) - 04:11
7 -Artakalan ( Jane Birkin - Amours Des Feintes ) - 04:25
8 -Sebahat Abla / Sezen Aksu - Müslüm Gürses ( Haris Alexiou - Krata Gia To Telos ) - 03:54
9 -Döndür Yolumdan ( Özgür Pamukçu ) - 04:10
10 -Ayrılık Rüzgarı ( Alpay - Ayrılık Rüzgarı ) - 03:56
11 -Aşk Bu ( Abed Azrie - Murmur Of The Breeze ) - 03:17
12 -Ah Oğlum ( Murathan Mungan - Burhan Bayar ) - 04:32
13 -Kadınım ( Tanju Okan - Kadınım ) - 03:57

* * *
John Titor ve Uzay-Zaman Bükülmesi Üzerine…

John Titor, zaman yolculuğu yaparak 2037 yılından geldiğini öne süren bir kişidir. 2000/2001 yıllarında çeşitli internet haber sitelerine belirsiz, çoğunun yanlışlığı kanıtlanabilen bilgiler yollamasına karşın cern'in, 2005'te laboratuvar ortamında kara delik oluşturup bunu kamuoyuna duyuracağını bilmiştir. yakın gelecek hakkında öngörüler ve yaşadığı zaman hakkında bilgiler vermiştir. John Titor'un söyledikleri birçok tartışmaya konu olmuştur. Bazılarına göre John Titor, devlet için çalışan ve zaman yolculuğu projesi için seçilen bir askerdir. 2036 yılından 1975 yılına IBM 5100 almak için döndüğünü söylemiştir. Bu bilgisayar ile 2036 yılında eski programların "ayıklama (debug)" işini yapacağını iddia etmiştir. Gönderdiği yazılarda 2000 - 2037yılları arasındaki birçok olaydan bahsetmiştir; 3. Dünya savaşı dahil. ( 2015 yılında olacağını ve toparlanmanın 20 sene süreceğinini iddia etmiştir).
Peki boyutlar arasında yolculuk mümkün mü: Fizikçi Hugh Everett'in ortaya attığı, Einstein'ın değindiği ve Hawking'in üzerinde çalıştığı paralel evrenler teorisine göre matematiksel olarak mümkün. Paralel evrenler teorisi kısaca evrende yaşadığımız evrene paralel, kaset bandı gibi ve bir eşizimizin yaşadığı başka evrenler var. bu evrenler arasında portlar aracılığı ile yolculuk yapmak mümkün. Hawking'e göre bu portlar karadeliklerdir. Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu ancak bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler. Uzay-zamanın bükülmesiyle oluşan "solucan delikler"in zaman yolculuğunu mümkün kılabileceği düşünülüyor.
Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen, daha çok sayıda evren var.İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir neden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz?
Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret.Gerçekten de bir bilimkurgu senaryosuna benziyor.
* * *
Fragman
Orijinal ismi “One Flew Over The Cuckoo's Nest” olan ve aynı isimli kitaptan sinemaya uyarlanmış başrolünü Jack Nicholson'un oynadığı film. Tüm zamanların en iyi filmlerinden birisi olarak kabul görmektedir.Randle P. Mc Murphy (Jack Nicholson) asi ve açık sözlü bir adam. Çeşitli suçlardan dolayı hapis yatan Mc Murphy, kurtuluşu bir akıl hastanesine kapak atmakta buluyor. Böylece hapishaneden yırtacak ve muhtemelen akıl hastanesinden de kaçarak özgürlüğüne kavuşacak… Ancak işler beklediği gibi gitmiyor. Akıl hastanesinin baskıcı hemşiresi Ratched (Louise Fletcher) hastalara psikolojik baskı uygulayarak onları daha da demoralize ediyor. Ratched, karşısında McMurphy gibi bir asiyi görünce, elindeki tüm imkanları kullanarak bu 'farklı' adamı susturmaya çalışıyor. Miloş Forman'ın en siyasi filmlerinden birisi olan "Guguk Kuşu"nun her karesinden ferahlatıcı bir isyan duygusu yükseliyor…

Yapım Yılı:
1975, ABD
Süre:
133 dk
Yönetmen:
Milos Forman

Oyuncular:
Jack Nicholson,
Louise Fletcher,
William Redfield
Danny De Vito
Christoper Lloyd

Ödüller:
En iyi film oskar ödülü, 1975
En iyi erkek oyuncu oskar ödülü, 1975
En iyi kadın oyuncu oskar ödülü, 1975

Arka Kapak

Biz kimiz?

Biz, büyük olmayı "çok" olmak, önüne her geleni ezebilmek, görgüsüz hezeyanlarını tatmin için herşeyin ve herkesin alınıp satılabildiği ortamları yaratıp sonra da oradan beslenmek olan ve tapınılası tek değeri sadece ve sadece "güç" olarak görenlerin yer aldığı tribünün tam karşısında, Eto'o ların,Pluton'ların,Pakistan'lı bebelerin, Irak'lı dedelerin, Latin Amerika'lı işçilerin,siyahların-beyazların,kızılderililerin-eskimoların-çingenelerin,pazar malı ucuz beyaz pamuklusunun üzerine siyah şeritler diktirerek mahalle maçına çıkan veletlerin, o ucuz formayı o velete etiketini koymadan diken komşu teyzenin, topumuzu bize bedeli ruz-ı mahşerde ödenecek bir "borç" karşılığı veren bakkal amcanın, sözün özü "Halkın Takımı" yız.

İzleyiciler

online ziyaretçiler

Halkın Takımı Dergisi 1. sayı

Halkın Takımı Dergisi 1. sayı
Mayıs-2008

Halkın Takımı Dergisi 2. sayı

Halkın Takımı Dergisi 2. sayı
Temmuz-2008

Halkın Takımı Dergisi 3. sayı

Halkın Takımı Dergisi 3. sayı
Eylül-2008

Halkın Takımı Dergisi 4. sayı

Halkın Takımı Dergisi 4. sayı
Kasım-2008

Halkın Takımı Dergisi 5. Sayı

Halkın Takımı Dergisi 5. Sayı
Mart/2009
Web Stats