Geçmişe ağıt aslında geleceğe biraz öğüttür. Bir yerlerde okumuştum; “Ben 15 yaşında iken babam ve annem o kadar cahildi ki tahammül edemezdim. 25 yaşına geldiğimde ise babam ve annemin bilgisine hayran kaldım.”
Aradan geçen zamanda değişen, hayata bakışımız ve hayatın bize öğrettikleridir kuşkusuz. Çocukluğunda kağnı gören son kuşağın nadir temsilcilerinden birisiyim. Yazın sonuna doğru, köyün oldukça uzağındaki tarlanın dışından, buğdayları getirmek için kağnıyla zorlu bir yolculuk yapılırdı. Öğlen sıcağında öküzler çatlamasın diye -burada insanlar kendilerini öküzlerin yerine koyarlardı sanırım; şimdiki aklımla düşününce bu sonucu çıkarıyorum zira- kendileri için zorlu olan bir yolun o hayvanlar içinde zorlu olabileceğini düşünüp sabahın erken saatinde veya akşamüzerine doğru yaparlardı bu işi. O yollarda dedem bana torpil yapıp kağnı arabasında gitmeme izin verirdi çünkü oldukça ufaktım. Yol boyunca büyük meşe ağaçlarının serinliğinde dağ kadar karınca yuvaları görürdük. Kurumuş ağaç dallarından yapılmış bu yuvalar nerdeyse belime gelirdi . Bu yuvaları dağıtmak istediğimde dedem ters ters bakar “Sen mi yaptın da sen dağıtıyorsun” derdi, susardım; ne demek istediğini anlamak için elbette. Önce karınca yuvaları yok oldu çünkü o büyük meşeler kışın ısınmak için insanlar tarafından birer birer kesildi. Sonra meşeleri yurt eylemiş kuşlar, keklikler, sığırcıklar, kartallar…
Doğanın kalbine doğru uzattığımız yok edici medeniyetimiz ölümcül bir karşılık veriyor bize. Karıncaların yok olduğu bir coğrafyada karşımıza çıkacak belaları o gün göremiyoruz ama bir on yıl sonra doğa affetmiyor. Zira çocukluğumla birlikte kaybolan kuşların, karıncaların, kartalların ardından öyle bir bela geldi ki hiç kimse akıl sır erdiremiyor; kene… Endüstriyel gübre, vahşi ağaç katliamı önce karıncaları yok etti sonra da kuşları. Özellikle de köyün üstündeki tepede uçan kocaman kanatlı kartalları. Kuşların, karıncaların ardından bozulan uyum. Doğanın kalbine saplanan hançerin cezasını insanlar keneler tarafından ısırılarak, şimdi ve teker teker ölerek ödüyorlar.
Hani geçmişe ağıt geleceğe öğüttür dedik ya, Beşiktaş tribünlerini Beşiktaş’lılığın, çarşının ruhuna endüstriyel hançerin girmesine izin vermeyin zira işin doğası kaldırmaz.
Keneler pusuda bekliyor.
İçindekiler
-
▼
2008
(58)
-
▼
Ağustos
(16)
- 2. SAYI /TEMMUZ-2008
- Nasıl olmalı?.../Yumurtakafa YILMAZ
- Kazanma hırsı.../Yumurtakafa YILMAZ
- İyi Beşiktaş'lı.../Şafak BATMAN
- Siyah-Beyaz şafaklar.../Özer ÖZÇETİN
- Bir maç günü.../Namık KARTALOĞLU
- Babalar ve oğulları.../ Utkan ÇALIŞKAN
- Sen mi yaptın?.. /Kemal KICIR
- Bahattin Baba...
- Ya-ya-ya...Şa-şa-şa.../Murat YILDIRIM
- Nasıl bir sevmek.../Samet ALPARSLAN (Eaglesgate)
- Biz bu kenti tribünden sevdik.../Keçi YILMAZ
- Endüstriyel futbol ve sınıfsal durumu.../Onur KANY...
- SÖYLEŞİLER .../Ümit BAYEZİT
- Atölye Cem ÖZEL
- Arka Kapak
-
▼
Ağustos
(16)
24 Ağustos 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Biz kimiz?
- Halkın Takımı Dergi
- Biz, büyük olmayı "çok" olmak, önüne her geleni ezebilmek, görgüsüz hezeyanlarını tatmin için herşeyin ve herkesin alınıp satılabildiği ortamları yaratıp sonra da oradan beslenmek olan ve tapınılası tek değeri sadece ve sadece "güç" olarak görenlerin yer aldığı tribünün tam karşısında, Eto'o ların,Pluton'ların,Pakistan'lı bebelerin, Irak'lı dedelerin, Latin Amerika'lı işçilerin,siyahların-beyazların,kızılderililerin-eskimoların-çingenelerin,pazar malı ucuz beyaz pamuklusunun üzerine siyah şeritler diktirerek mahalle maçına çıkan veletlerin, o ucuz formayı o velete etiketini koymadan diken komşu teyzenin, topumuzu bize bedeli ruz-ı mahşerde ödenecek bir "borç" karşılığı veren bakkal amcanın, sözün özü "Halkın Takımı" yız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder