www.halkintakimi.com fanzinidir

20 Ekim 2008 Pazartesi

3.SAYI / EYLÜL-2008

Yine, yeniden çArşı.../Yumurtakafa YILMAZ

Kenetleniyoruz…
Yavaş yavaş ama emin adımlarla ve kırgınlıkları aşarak yeni bir süreci başlatıyoruz; haberiniz ola… Bu başlangıç sizi, bizi, Beşiktaş’ımıza gönül veren herkesi ilgilendiriyor. Özeleştiriler yaparak, geçmişte yapılan hatalardan dersler çıkararak geliyoruz.

Geçmişte; sokaklarda, statlarda, hayatın her alanında onurumuzla taşıdığımız Beşiktaş-çArşı sevdasının kitleler tarafından takdirle karşılandığını ve bizi kendine düşman sayan medyanın bile bizimle birlikte hayatın bir renginin de kaybolacağını anlaması gibi, biz de semtimizin dışında yaşayan kartalların hiç de azımsanmayacak nitelikte olduğunu bir kez daha anladık.“Derya içre olup da deryayı bilmeyen balık” olmaktan kurtuluyoruz; hele şükür…

Bir çok arkadaşımız internet ile iletişim kurarak hayali kahramanlar yaratıyor oysa tarihi yazanlar iletişimsizlikten semtte kendi kabuğuna çekilmiş, geçmiş ile yüzleşmeye çalışıyor. Semtin uzaklarında yaşayıp da yüreği bizimle çarpan milyonların gözleri umutla, sevgiyle bize çevrilmiş ve attığımız her adım ilgiyle takip edilirken yorgunluk belirtilerinin çıkması hepimizi sarstı ve anladık ki “davulun sesi uzaktan da hoş gelmiyor”

Gençlerimizle geliyoruz

Bir takım sorunları aşarak ve o ateşli o dinamik gençlerimizin önünü açarak tribün kültürünü sosyal kültür ile yoğurarak yeniden geliyoruz.

İnternet ve semtteki iki-üç parkın dışında oturup konuşacak yerimiz yoktur. Buluştuğumuzda da genelde ellerde şişeler aynı kısır döngü içerisinde ömür törpülüyoruz. Yani resmi anlamda bir adresimiz, buluşma mekanımız yok. Dışarıda bir sürü insan bizim değerlerimizi hunharca harcayarak palazlanmaya çalışırken, içerde bedeller vererek o değeri yaratanlar hiç de layık olmadıkları bir şekilde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Bir gencin elbisesine baskı yaptırması başka bir firmanın onbinlerce ürünü pazara sunarak para kazanmaya çalışması daha başkadır. Bu sorunu aşmanın tek yolu ise kurumsallaşmadır. Olumlu ya da olumsuz, disiplinsiz gidişata dur diyerek kurumsallaşmanın ilk adımını atmamız gerekiyor.

Gelelim geçen sezon yaşadığımız güzelliklere;
Doğudan-Batıya, Kuzeyden-Güneye müthiş bir çalışma sonucu “Kanımızı Bağışlıyoruz” kampanyası düzenledik ve müthiş bir performans sergiledik. Rakiplerimizde gıpta ile izleyerek benzer kampanyalardan söz ettiler ve kampanyaları “sözde” kaldı. Şimdi bizi yeni bir kampanya bekliyor. İnsanlarımız organ bulamadıklarından hastane köşelerinde ölümle boğuşuyor ve bazı alçaklarda bundan yararlanarak insanların organlarını pazarlıyor. Kıbrıs’ta nüfusun yüzde yetmişi organlarını bağışlamış durumda bu bizde henüz binde beş bile değil.

Hazır mısınız?..
Çocuklarımızı medya baskısının çirkin yaklaşımlarından kurtarmak ve okuma alışkanlıklarını geliştirmek amacıyla ülkemizin en ulaşılması zor okullarına kulübümüz ile birlikte kırtasiye malzemesi, kitap ve dergilerimizi hediye ettik. Yine aynı çalışmaya ek olarak bu köylerde yaşayan ihtiyaç sahibi yoksul insanlarımıza giysi, ayakkabı ve akla gelebilecek kullanılabilir nitelikte bir çok materyal ile yardımda bulunduk. Yeni sezonda da bu yardımlarımızı daha fazla köylere taşımak istiyoruz; hazır mısınız ?...
Ormanlarımız yanıyor. Ormanlarımızı yakıyorlar, yanıyoruz.
Yolumuz uzun ve o kadar meşakkatli. Ciğerlerimize çekeceğimiz oksijeni yenilemek için kampanyamızı sezon sonuna kadar sürdüreceğiz; hazır mısınız ?...

Mabedimizdeki ve deplasmandaki her maçımızı dostluk ve kardeşlik içinde şenliğe dönüştürmek istiyoruz. “Yenilsek de yensek de, taraftarız seninle” demeye; hazır mısınız ?...

Yaşadığımız çağda hayatın her alanı pazarlama mantığı ile tüketilmekte, kişisel ihtiraslar ve hatalı kararlar dünyayı daha da çekilmez hale getirmekte ama az ama çok her insan bundan zarar görmektedir. Dünyanın her yerinde bu çirkinlikler yaşanırken bizim hissemize de “endüstriyel futbol” anlayışı düşmekte, tüketim çılgınlığı içten içe değerlerimizi yozlaştırmaktadır. Tam da bu yozlaşmanın arasından sıyrılarak “endüstriyel futbol” anlayışının bittiği yerde biz “Büyük Taraftar Projesi” ile varız diyoruz.

Peki ya siz?...

HAZIR MISINIZ?...

De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
İstanbul darmadağın olacak, saçlarım

darmadağın. Hepsi, darmadağın!
Üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte,

ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!
De gülüm! De ki: bitmiştir umut,
bitmiştir
sevgi, bitmiştir güven!
Güven bana gülüm! Sana bitmemişliği öğretecek,
tattıracaktır
hasretten-hakikaten-ten değiştiren yüzüm!
Göreceksin gülüm! Bekle!

Hırslarımız, acılarımız gitgide
ihanetlere,
hainlere, ezilmelere alışacak..
Göreceksin-sevinçten ağlayacaksın gülüm-
ki
işte o vakit bana-doğrudur!- şair olmak,
seni sevmek pek çok yakışacak!

bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var, sokaklar var, kediler!
İnan bana gülüm, ölüm yok bir tek!
ölüm yok bize!

ölüm inananlar için sessizce
kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..
Göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin!
Artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz

bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!

Küçük İskender

Ben de dağa dargınım.../Çene ERGİN

Son süreçte gelişen olayları başından beri ben de tüm Beşiktaş sevdalıları gibi takip ediyorum. İçeride, dışarıda yaşanan olaylara baktığımda, doğru gitmeyen şeylerin temelinde yatanın bizim eski arkadaşların arasındaki kırgınlıkların gün ışığına çıkması olarak değerlendiriyorum.

Beşiktaş sevgisini ve sevincini “kısmen”de olsa sonraki günlere bırakmışız; çArşı sevgisini ise hala yüreğimizde, bileğimizde ve bedenimizde bir onur olarak taşıyoruz. Bundan 25-30 yıl evvel bir dilim ekmeği paylaştığımız dostlarımız şimdi “hayat mücadelesinde” aynı şeyleri beklemektedirler. Oysa ki çoğumuz bedel vererek ekmeğimizin peşinde adeta “ücretli birer köle” olmuşuz, ekmek nerede biz orada koşuşturup durmaktayız ki benim için bu, dayanılmaz bir baskı olarak yüreğime kor gibi düşmektedir. Semte her gittiğimde arkadaşların arasındaki bu kırgınlık beni biraz daha üzmekte, tekleyen şu yüreğimi ateşten ateşe atmaktadır.

Hala eski günlerin nostaljisi ile yaşayan arkadaşlarımız bir türlü yaşanan güne geri dönememektedir. Bir yerlerden medet umarak yaşamak bize hiç yakışır mı ?

Yumurtakafa Yılmaz arkadaşımız daha evvel yazmıştı; “ Sadece verileni alan, verilmeyen için yalvaran insanlarla aramızdaki farkı gözetemeyecek kadar zayıf mıyız?” Bence kesinlikle hayır. Belki biraz yorgun olabiliriz ama aynı günleri bir kez daha yaşamak gerekse bundan imtina edecek bir tek arkadaşımız olduğunu zannetmiyorum.

Hayatın gerçeğini yakalamak varken hiç kimsenin başka birine darılma gibi bir lüksü yoktur.
Dışarıdan müdahale ederek bizi durduramayan anlayışlar dolaylı yollar kullanarak içimize sızmış gibi. Baksanıza, bizim içinde bulunduğumuz konuma en çok düşmanlarımız seviniyor. Bu bağlantıları açığa çıkarmak için müneccim olmaya gerek yoktur ve bazı dostlarımız hala şaşkınlıklarını atabilmiş de değiller…
çArşı’yı biz kurduk; doğrudur ancak onu yaşatacak olanlar tabii ki bizden sonra gelecek olan kardeşlerimiz olacaktır fakat önemli olan genç arkadaşlarımızın çArşı kültürünü anlama biçimleridir. Tribünleri ayırım yapmadan kucaklayan, büyüğüne- küçüğüne ve hatta rakiplerine karşı dahi saygılı olmayı becerebilen dünya takımı Beşiktaş taraftarına yakışır şekilde hareket etmek zorundadırlar.

Bazı arkadaşlarımız uzakta olduğumdan konulara vakıf olamadığımı düşünebilirler ama öyle değil. Mesafeler bize engel değil. “Ferhat her zaman dağları delmeye hazır” yeter ki insanlarımızın ihtiyacı olan sevgi bir nehrin coşkusuyla kucaklaşsın.

Biz yine sel olur akarız sevgi denizine…

Bizler dün vardık.
Bu gün de varız…

Kimse merak etmesin, çArşı olarak yarında var olacağız.

Hasretler bu sene biter.../ömür HINCAL

Şampiyonluk hasretinin altıncı yılındayız artık. Yeni doğan bebekler sünnet olmaya, en son şampiyonlukta İnönü çimlerini yiyenler doktor olmaya, eski çamlar bardak olmaya, gönüllerim sevinç bölmeleri nasır tutmaya yüz tutmuşken, hala tek umutları sende. Umut verdirmek isterken her defasında alenen göt olmayı sende çok yaşadım ben. Bir sevdanın yükünü çekmeyi üstlenmek her aşığın yapacağı iş değil artık şu dünyada. Bembeyaz bir sayfayı karalama kağıdı, yap-boz olarak önüne sürmek harcı değil her yiğidin. Hele gölgesinde yaşamak; ömrünü Beşiktaş’a adamak Optik Başkanların. Dönüp bakınca onlara, verdiklerinin aslında bu deryada bir kibrit çöpü kadar yer kapladığını görünce daha bir şevkleniyor insan sana emek vermekte, seni sevmekte.

Uğruna yolları mı tepmedik, soğuk kış ayazında motorun kayışına mı sövmedik, yoksa efkarlanıp şişenin dibini görmeye yeminler mi etmedik ? Teptik, sövdük, ettik. Hepsini biz yaptık; bu kara sevdanın girdabında döne döne aşkınla sarhoş olmak adına biz yaptık. Sorgu yok, sual yok . Bana bak ! Bunları herkes yapmaz bunu sen biliyorsun zaten. Ondan mı acaba bu kalbimizi elinin arasında sıkıştırıp sıkıştırıp bırakmaların ? “Eeeeeh!.. yeter ulan!” dediğimiz dakikada öyle bir vuruyorsun ki tokatı yüzümüze, aman Allahım… Aman yarabbim… O dakika şüphelerin en kralına düşüyoruz top yekün: “Mazohist miyiz ulan biz” diye. Biz böyleyiz arkadaşım; biz böyleyiz kara sevdam; biz böyleyiz kara kartalım. Sen de bunu çok iyi biliyorsun ki biz böyleyiz.Yıllardan beridir zamanla birlikte koyulaşıyor sevdanın parlaklık ayarı. Düşe düşe kapkara oldu bu ayarı olmayan sevdanın parlaklığı. Geliver de güldürüver. Gel de düğmeye basıver. Parlasın sevdanla gözbebeklerimiz; en son şampiyonluğuna doğan bebekler okumayı yazmayı sende öğrensin, “Şampiyon Beşiktaş” yazsınlar gönül defterlerine. 4. sınıf pavyonlarda, en izbe köşelerde dillerinden düşürmedikleri türküsüyle; “Ne zararım vardı benim sizlere? Suçum neydi, benden ne istediniz? Gözünüz mü kaldı mutluluğumda, bir kere gülmeyi çok mu gördünüz?”. Karaciğerlerini bozdururken babaları, amcaları, dayıları; elde baston gizliden rakı cacık takılırken dedeleri yakalansın torunlarınlarına. “Dedeeeee… Şampiyon olduk” derken torunları, hafiften silsin bıyıklarındaki cacığı, öpsün alnından, yüreğinden, o yeni hediye ettiği formasının armasından.

Ha be kartalım ne diyorsun? Bu sene şampiyon olup bizi bizden edip mutluluk komasına sokar mısın? Sokman lazım kartalım sokman lazım; bu düzenin çarkına çomak, tekmeye kafa sokman lazım. Bu taraftar senin uğruna hayatlarının baharına kanlı hançer sokarken senin de bu sene onları mutluluktan deli etmen lazım. Olmasan da fark etmez, bana koymaz. Ben senin yolunda umut gösterip vermeyen, kendi halinde bir umut orospusu olmayı zaten kafaya koymuşum; bana koymaz alıştım. Fakat daha yeni sokağa çıkan yavru kartalların caka satması lazım diğerlerine; bu sene şampiyon olman lazım.

Ömür Hıncal bu sene tribünlerde kartalı desteklemeye gelemeyecek. Hayatının krokisini çizmek adına bu sene raporlu.Uzaktan seni sevmenin acısını bal eyleyip zula yapacak sana olan hasretini fakat “Hayat Sensin”e, “Siyahın Zindan Olsun” a kardeş yolluyor. Şampiyonluk türküsü olsun, uğurlu olsun kartalım senin uğruna.

Bir sevda düşün ki senin uğruna
105 senedir babadan oğula
Aç kanatlarını süzül göklerde
Sevdan kitap olsun okulda derslerde.
Sende bekle, kendini hazırla, tak takıştır ulan namussuzun mabedi zafer şarkılarıyla sağır etmeye geliyoruz. Şampiyonluk kupasını kaldıranlara,çimleri yediresiye kadar ..

Büyüğüm... Kimliksizim.../Hakan KİREZCİ

Yaasam…
Küçüklerimi eezmek… Büyüklerimi seevmek…
Üülküm yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım globalizme armağan olsun…

Hayatını gitar çalarak kazanan bir dostumla muhabbet ediyoruz. Türk musikisini severim ya, batı normlarıyla müziğin teorisine iyice vakıf olmuş olan dostum mevzuuyu döndürüp dolaştırıp onaltılık ve otuzikilik notaların gereksizliğine kadar getirdi. Notadan anlamam. Genel kültür temelinde bir bilgim vardır o kadar. Benden daha beter olanlar için kısa bir açıklama yapayım.

Örneğin dört saniye uzunluğunda bir sese tam ses dersek bunun yarısına yarım ses, bir saniye sürenine çeyrek ses deniyor. Bunu da ikiye bölersek sekizlik ses elde ediliyor. Türk musiki üstadları bununla yetinmeyip bölmeye devam etmişler ve onaltılık, otuzikilik sesleri de bestelerinde kullanmışlar. İşte gavuran tayfasının aklının da parmağının da basmadığı sesler bu son ikisi. Her bir perdesi orta halli bir maydanoz tarlası genişliğinde olan gitar aletini çalan biri için zaten imkansız ötesi bir durum söz konusu oluyor haliyle.

Şimdi bu müzisyen dostumuzun iddiası şudur; “Yahu” demekte, “insan kulağı sekizlik notayı zaten zor algılarken bunların kullanılmasındaki hesap ne olabilir ki? Olsa olsa bestecinin ukalalığıdır.”

Yaaa…
İşte 24 notalık Beatles’ın “let it be” sini, “imagine” ini çalarken olabileceği maksimum konsantrasyon, karşında iki yana sallanan kıza kadar olabilen zihnin neden İsmail Dede’nin

Reh-i Aşkında idüp kaddimi kütah gönül aman efendim
Beni baştap çıkarıp eyledi gümrah gönül aman efendim

Diye hıçkıran Hüzzam nakış yürük semaiinde dış dünyaya kapanır da gizli gizli gözlerin yaşarır ey gaafil?..

Teknik olarak kulağın, parmağın en çok sekizlik seslerin icra ve mütalaasına yetebilir ancak her türlü teknikten alesta geniş bir boşluğa girersin ya bazen, işte insan kulağınla algılayamadığın onaltılık, otuzikilik seslerin sırtına biner de öyle yayılırsın gönül tarlalarına.
O sesler senin enstrümanının sapında değil o şarkının ta ruhunda yer alırlar.
Kulak duymaz, göz görmez, parmak basmaz; sadece gönül duyar.
İşte o şarkının kimliğidir o sesler…

Yıllar önce televizyonda bir maç seyretmiştim. Asya kupası mı neyse, İran-Irak maçı galiba…
Tahran stadı tam bir beton heyüla… yüzyirmibin mi, yüzellibin mi ne kapasitesi var ve lebaleb dolu. “Ulen “ dedim “amma tezahürat olur şimdi”
Maç başladı bir uğultuyla beraber ki nasıl anlatsam. Maç sürüyor hala uğultu. Maç bitti uğultu da bitti. Kalabalık yetmiyor demek; Uğultu tam organize de bir şey eksik; ama ne?

İngiltere’ de Liverpool tribünleri… Man-U, Chelsea, vd. Son derece organize, güzel şarkılar-marşlar falan… Bizde de Ş. Saracoğlu var bir benzeri. Ellibin kişi doluşmuş, bir gürültü, patırtı… Gökgürültüsü haltetmiş… Gürültü ki kuupkuru…

Nicelik olarak çokluğu yakalamakla büyük desibelleri de yakalayabilir her tribün. Mimari akustiğiniz iyidir eziverirsiniz küçük kalabalıkları bu da kolay… Ne kaa ekmek o kaa köfte demiş halkımız. Bu eşitliğin bir tarafına yığarsanız ekmeği, ve hatta komple ekmek fırını tesisini kurarsanız diğer tarafta ki köfte izdihamını kimse engelleyemez gayri Her tür köfte zıplaya zıplaya gelir yerleşiverir diğer tarafa.
Ama;
Bir şey vardır oralarda bir yerde…
Gözle görülmez, elle tutulmaz…
Kulak meselesi de değildir. Kulak birçok şeyi halleder ama bu onu da aşmıştır anlayamazsınız.
Gönüle vuran bir ses vardır bazı tribünlerde onaltılık ses gibi, otuzikilik ses gibi…
İşte o tribünün öz kimliğinden çıkar o sesler. Dinleyen duyar ama anlamaz.
Hisseder ama bilmez.
Henüz yitirilmemiş bir kimliğin sesi akar taraflı tarafsız herkesin gönlüne.

Günümüzde bu kimlik yenmiş bitirilmiştir çoğunlukla. Kuru gürültüye devrolmuştur en kabadayısı. Endüstriyel diyoruz ya işte o, ele geçirmeye tribünlerden başlar kulüplerden değil. Önce yokedilmesi gereken şey tribünlerin kimliğidir. Taraftar kimliğini müşteri kimliğine rücu ettikten sonradır ki sunulanı almaya hazır, sadece kıçının sıkıntısından mızıldanabilen kalabalıkları köfteyle beslemek daha kolaydır. Müşteri bizzat ekmek hamuru olmuşsa iş pişirmeye kalmıştır.

Amerikan filmlerinden biliriz çoğunlukla. Orada taraftar yerine seyirci olduğundan öyküler takımlar üzerinedir genellikle. Taraftar filmi çekemezler yok çünkü. Ama zaten oluşum eski dünyanın tersine işlemiştir oralarda. Bir tarih, bir gelenek yoksunluğu… Yerel sömürgecilikten direk endüstriyelleşmeyi ithal ettiklerinden, önce şirket-takımlarını oluşturmuşlar sonra da seyirciyi yaratıp direk bilet kesmeye başlamışlar. Herşey baştan ticarethane mantığına sığdırılmış. Yeni dünyada geliştirilen bu virüs eski dünyaya bulaşmış ve hızla yayılmakta. Tribünlerde yaratılmak istenen tablo, kafasında el çırpan şapkalarıyla, üzerlerinde marka formaları, ellerinde cola ve hamburgerleriyle oturup, tepeden sarkan ve her bir yüzü üzerinde maç oynanan sahadan daha büyük dev ekranlardan maçı izleyen Amerikan seyircisi profili…

Bizim tribünler her nasıl olmuşsa olmuş ve bu çarkın arasına sıkışmış bir taş sayesinde kendi sesini, kimliğini muhafaza etmeyi becerebilmiştir. Yumurtakafa Yılmaz’ın ilk sayıda yazdığı “Çarşı solcu mu?” başlıklı yazısında bu taşın nasıl yuvarlanıp o çarka sıkıştığı açık seçik anlatılıyor. Sonrasında ise o taşın, duran endüstriyel dişliler arasından nasıl sökülmeye çalışıldığına hepimiz şahit olduk ve olmaya devam ediyoruz hala…

Yani bilim, teknik, mekanik, teorik ve bol ekmekle global endüstriyelizmin parlak sesler çıkaran bir enstrümanı olmak, orta yerde zıplayan pahalı köftelere el çırpmak çok mümkün. Seni çalacak virtüözler de bol miktarda mevcuttur ancak parlak mekanlarda biriken kalabalıkların usta organizasyonlar ve yönetmenlerle yarattığı üst düzey gösterinin şov dünyasından öteye geçip gönüllerde yankılanmasının mümkünatı olamamaktadır.

Çünkü o tribünler kimliğini yitirmiştir.

Muhafaza eden taraftar grupları birer birer kaptırmışlardır kimliklerini…
Arkalarından gelen nesilleri kaptırmışlardır birkaç parlak incik boncuk parıltısına…
Endüstriyelleşmenin tribünlerden başlayan ele geçirme operasyonu karşısında teker teker yıkılmış barikatlardır o tribünler.
Şimdi elde kalan son barikat bizim tribünlerdir.
Yıkılmaya çalışılan, ele geçirilmeye çalışılan asıl odur, kulüp falan değil.
Sanıldığı gibi organize tezahüratlar, yüksek desibel rekorları değildir bizim tribünleri hedef yapan…
Şarkısını söylerken, derdini anlatırken sadece kendine ait sesiyle konuşmasıdır.
Susturulmaya çalışılan, yok edilmeye çalışılan, dejenere edilmeye çalışılan o sestir işte.
O ses bizim tribünlerin kimliğidir.
Hepimizin taşıması gereken, sen kimsin diyen endüstriyel futbolun ta alnının çatına dayayacağı kimliği…

Kayıp kentin eskicisi.../Şafak BATMAN

Bir gece önce pek de iyi uyuyamadığından gözleri uyku dolu yatağında doğruldu Mehmet. Duvardaki saate baktı; öğlen olmuştu. “Lan yine geç kalıcam” diye söylenip telaşla kalktı yatağından. Mutfağa yöneldi. Niyeti kahvaltı yapmaktı ancak dolabın halini görünce vazgeçti. ‘Semtte birşeyler atıştırırım’ diye düşündü; zaten geç kalmıştı. Aceleyle siyah pantolonunu giyip üstüne de geçen sene seyyar satıcıdan alıp sponsor reklamını kapattığı formasını geçirdi ve yola koyuldu Mehmet.

Minibüsle Beşiktaş’a geldi. İndiğinde farketti ki garip birşeyler var semtte, bir yabansılık sanki… Kazan’a doğru yönelip biraz yürüdü ve öylece kalakaldı. Gözlerine inanamıyordu.
KAZAN YERİNDE YOKTU?!..
Gözlerini oğuşturup tekrar baktı… Kazan’ın olması gereken yerde lüks bir restaurant vardı şimdi. ”Allah Allah” dedi içinden, “Ne zaman yıktılar da bunu ne zaman yaptılar?” Kendini toparlamaya çalışarak; “Parka çıkayım, bizimkiler ordadır şimdi” diye düşünüp Şairler’e yöneldi. Tam Akaretler yokuşunun başında üniformalı biri arkadan koluna yapışıverdi. Dönüp baktı, residenceların güvenliğiydi kolunu tutan.

”Buradan geçemezsin birader” dedi tok bir sesle güvenlik. Mehmet anlamadı güvenliğin söylediğini. Parka giderken her zaman kulandığı yoldan gidiyordu çünkü... “Neden?” diye sordu merakla . “Neden geçemez mişim?”

Residenceların güvenliği için caddeden geçişi kontrollü hale getirmişler; her isteyen öyle elini kolunu sallayarak geçemiyormuş artık Akaretlerden. “Arka sokaklardan dolaşıp biran önce parka gitmeliyim; biramı içerken olanları anlatırım bizimkilere” diye düşündü. Telaşla yürüyüp parkın önüne çıktı. Bu sırada gözü kulüp binasına takıldı. Kapıdaki Beşiktaş yazısı da yok olmuştu. Binaların üzerinde ise büyük bir firmanın tabelası vardı.”Olamaz!” dedi Mehmet, “Kulüp binasını da satmış olamazlar”

Koşarak Şairler parkına girdi ama kimse yoktu. “Geç mi kaldım acaba?” diye düşündü. Gözü parkta devriye gezen güvenliklere takıldı; ellerinde bira şişesi olan iki kişiyi kollarından tutmuş götürüyorlardı. Çok korkmuştu Mehmet. “Kabus mu lan bu?” diye söylendi ürkerek.. Hızla parktan çıkıp stada yöneldi. Dolmabahçe’den hızlı hızlı yürümeye başladı stada doğru. Dolmabahçe aynı Dolmabahçe’ydi ama yine de bir gariplik seziyordu Mehmet. Sokakta hiç seyyar satıcı görünmüyordu; karnımı doyururum diye düşündüğü köftecilerin hiç biri yoktu piyasada. Hızla yürümeye devam etti. Stada az kalmıştı. “Köşeyi döner dönmez mabedi görücem, uyanacam bu kabustan ve herşeyi unutacam…” diye avutmaya çalıştı kendini.

Gelmişti İnönü’ye. Kafasını kaldırdı, stada doğru baktı. Gözleri büyüdü, soğuk ter boşandı sırtından. Bayılacakmış gibi oldu Mehmet. Gözlerine inanamıyordu.
İNÖNÜ’DE YOKTU!.

Bilgisayarlarda gördüğü o modern stadlardan birini İnönü’nün üstüne yapıştırıvermişlerdi sanki . Çok görkemli ve modern bir stad heyüla gibi tam karşısında yükseliyordu Mehmet’in. Neye uğradığını şaşıran Mehmet dört ayrı aramadan geçip stada anca girebildi.
Girişteki güvenlikler numaralı okları takip ederek yerini bulabileceğini söylediler. Sadece kafasını sallayabildi çünkü hala şoktaydı.

Stadın içi mükemmel görünüyordu. Üstü tamamen kapalıydı. Işıklandırmalar, rengarenk reklam panoları, ayarlı yumuşacık koltuklar… Şaşkın şaşkın ilerleyip tam önündeki koltuğa oturmak üzereydi ki yanda oturanlar o koltuğun sahibinin olduğu konusunda Mehmet’i sertçe uyardılar. Biletinde numarası yazılı koltuğu arayıp buldu ve ağır ağır çöktü yerine. Şaşkın şakın etrafını incelemeye koyuldu.

Staddaki insanlar başka başka insanlardı. Tanıdığı tek bir yüz göremedi; Mehmet’in arkadaşlarından hiçbiri statta yoktu. Büfelere doğru baktı, lüks restaurantlar gibiydi. Birşeyler atıştırmak niyetiyle büfeye doğru ilerlerken tabeladaki fiyatları gördü, anında vazgeçti. “Zaten çok aç değilim” diyerek güldü, tekrar yerine oturdu.

Maç başlamak üzereydi ama statta henüz çıt çıkmıyordu. Herkes oturuyor, yanındakiyle muhabbet ediyor ya da elinde birşeyler habire atıştırıp duruyordu. Çevresindeki insanları incelemeye başladı. Hemen herkeste yeni çıkan renkli renkli formalardan, atkılardan, lisanslı bayraklardan vardı. Kendi görünüşü aklına geldi birden; onca insanın ortasında leke gibi duruyor olmalıydı. “Herkes bana bakıyordur şimdi” diye düşündü, koltuğunda biraz daha büzüldü, küçüldü, minnacık kaldı.

Nihayet maç başlamıştı.Tribünlerden bir alkış fırtınası koptu ki “Oh be!.. İşte başlıyoruz” diye düşündü Mehmet ama o da ne?! Alkışlar aniden kesiliverdi; hakemin keskin düdük sesiyle birlikte herkes sessizce maçı izlemeye koyulmuştu. Sahada muhteşem bir oyun oynanıyordu ama tribünlerdeki insanlar öylece izliyorlardı… Ne bir tezahürat, ne bir şarkı, ne bir marş… Derken müthiş bir gol. Yine bir alkış fırtınası koptu statta ve sonrasında yine aynı sessizlik.

Mehmet hala şoktan çıkamamışken ilk devre bitti. Takımlar soyunma odalarına doğru gidiyorlardı ki stad birden tenhalaşıverdi. Herkes kafelere doğru akıyordu. Yerinden
kalktı, “biraz dolaşayım bari” demişti ki yanında stad güvenlikleri bitiverdi. Üzerinde korsan ürün olduğu için onu dışarı çıkaracaklarını söylediler. “Bu kadarı da fazla” dedi Mehmet; bağırmaya başladı. Güvenlikler Mehmet’in koluna girip çıkışa doğru sürüklemeye başladılar. Güvenliklerle Mehmet arasında bir boğuşma başladı. Bağırıyordu Mehmet, avazı çıktığınca bağırıyor, bağırıyor, bağırıyor…

Boğuluyordu ki gözlerini açtı Mehmet; hala kendi odasındaydı. Saate baktı henüz öğlen bile olmamıştı. Derin bir Oh çekti, belli belirsiz mırıldandı; “kabusmuş lan “
Rüya gibi stadını rüyasında görmüştü Mehmet. Rüyası bile dayanılmazdı. Endüstriyel futbol modern stadyumlarla, yıldız transferlerle gözleri boyayarak, kar hırsıyla tribünlere ,taraftara, mahalledeki çocuğun topuna, üstündeki pazar işi formaya saldırmaya devam ediyor. Spor alanlarını daha fazla kar edecek tezgahlara dönüştürmeye, bu oyunu oyun olmaktan çıkarmaya devam ediyor. Bizler taraftar olarak elbette daha iyi koşullarda maç izlemeyi hak ediyor ve mevcut koşullardan şikayet ediyoruz. Spor alanlarının daha konforlu, daha insani koşullarda olmasını talep ediyoruz ancak; spor alanlarının emekçilere, öğrencilere, sıradan insanlara kapatılmasına ve daha elit müşteri/seyirciler yaratılmasına karşıyız. Taraftarın taraftar olmaktan çıkartılıp seyirciye, müşteriye dönüştürülmesi operasyonunun önemli bir ayağı olan yeni stad projelerine müdahale edebilecek güç yine o tribünleri dolduran binlerce taraftarın kendisidir.

Endüstriyel futbolun pazarlamacılarına,
gözleri kar hırsıyla dolu futbol tüccarlarına, pastanın başında en büyük dilimi kapma mücadelesi verenlere, oyunu oyun olmaktan çıkaranlara karşı “Biz buradayız !..”diyelim.
Marşlarımızla, tezahüratlarımızla, şarkılarımızla, pankartlarımızla ve sloganlarımızla haykıralım “BİZ VARIZ !”
(önceki sayfadan devam…)
Endüstriyelleşmeye karşı duyguları topluyoruz.

Kaybolmuş bir kentin eskicisiydi
Makineleşmeye karşı duyguları topluyordu
Kaybolmuş bu kentin sokaklarında
Torbasında umut
Torbasında insana dair ne varsa

Yalnız değilsin eskici
Bir sabah güneş doğar
Sevgiden tuğlalarla
Yeniden kurarız bu kenti


Bu kent yorgun düşmüş bunca acıya
Yeni bir güne başlıyor umarsızca
Bir tek eskici düşmüş yollara
Torbasında umut
Torbasında insana dair ne varsa

Şiir: H.Eroğlu-M.kahraman

Bahattin Baba... /Hakan KİREZCİ

Küçüktüm, küçücüktüm.../Özgür ERGÜN

“.. küçüktüm küçücüktüm,
oltayı attım denize,
bir üşüşüverdi balıklar,
denizi gördüm..”

Şiir orhan veli, beste ve icra Ahmet Kaya abimiz; ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Güzel Türkçemizin güzel kelimeleri vardır; kökleri başka diyarlarda yeşermiş olsa da olsun, manası bildik, melodisi güzel olduktan sonra o kelime bizimdir... “Netameli” o güzel kelimelerden biridir. Mana itibari ile ilk anda olumsuzluk içerse bile fonetik olarak ve karşıladığı anlam itibari ile oldukça güzel bir kelimedir.

Yeni sayı için mevzuu ortaya attığımda pek bir büyüğümüz Hakan abimiz bu kelime ile tarif etti önerdiğim konuyu; “Netameli bir mevzuu ama sen yine de bir yaz bakalım..! “

Hani içinde biraz tedirginlik barındırıyor ama bir yandan da yapmak lazım. Hani konu doğru ama zülf-i yare dokunmakta var işin içinde; bu ara zülf-i yar da güzel tamlama, belki de ayrı bir yazı konusu yapmak lazım... “Zülf-i yare dokunanlar”; neyse biz dönelim netameli konumuza.
Evet konumuz Ahmet Kaya;

Toplumsal iki yüzlülüğümüzün her cenahtan en çok ortaya çıktığı fenomenlerden biridir Ahmet Kaya; bir diğeri de Zeki Müren ve Bülent Ersoy’dur ki dünya üzerinde başka örnekleri var mı ben bilmiyorum.

Ahmet Kaya; solcu entellektüel entelijansiya için arabesk yapan lümpen bir taşralı, pek bir muhafazakar milliyetçi kitle için bölücü, ortalama liberal ya da kentli küçük burjuvalar (ne çok terminoloji parçaladım vay gidi vay bana) için ayak takımı, Anadolu’nun bağrından kopmuş bıçkın delikanlılar için ise entel dantel kişilik...!

Yani işin özü hiç kimseye yaranamamış, kitlelerin sevmek için değil karşısında olmak için onlarca bahane ürettiği bir garip bencileyin kişilik..!

Yukarda saydığım toplumsal katmanlar ülkenin nerde ise yüzde doksanını ifade ederken ve sayısal olarak da yetmiş milyonun altmış milyonu demek iken, bu hal nasıl oluyor da Ahmet abi milyonalara varan rakamlarda kaset satıyor? Yoldan birini çevirin, hiç bilmez ise bir şarkısından bir mısra dillendirecektir Ahmet abinin... Alkol masalarında sarhoşluktan bir adım sonra gelir yorgun demokrat. Başlar öne düşer ve mırıldanmaya başlar masanın yorgunları; “Bu yolda dönenler oldu...!”

Başım belada diye name tutturan ergenekon katılımcısı yok mudur sanıyorsunuz ki? muhtemelen en çok onlar dillendiriyor bu aralar silahımı unuttum helada.. Yasal mermisi ile bir komiser dolaşmakta; siz komiseri savcı mermiyi iddianame yapın..! Herşey güllük gülistanlık.

Ahmet abi en çok da bizim tribünlere yakışmıyor mu? Dört adımda biten odalarda tüketmiş gençliğini; sevdiklerimiz ölmedi mi dört adımda biten odalarda?.. Yalnız öldüler, kalabalıkla yolcu edildiler. Acı çekmek özgürlükse... Yahu bu kadar özgürlük bize fazla değil mi?
Ya sonra yıllardır hasretle beklemedik mi son holiganımızı maphus damlarında?.. Boncuktan kuş yapmış mıdır bilmem ama yüreğinde kocaman bir kartal saklamıştır çok sevgili Optik..!

Ya hani “Burası Beşiktaş alayına gider...” diye başlayıp bol öfke, bol sinkaf içeren bestemiz neden bu kadar içimizden gelerek söylenir? Belki de hepimiz Bahtiyar’ızdır; kırılmış sazlarımız ile yorgun ve mahzun yaşamaya çalışmıyor muyuz? Acılarımıza tutunup ninniler söylemiyor muyuz garip bencileyin dostlarımıza?
Yaşayanlar bir gün ölür, bir gün ölür elbette diyerek yine de isyan etmiyor muyuz bizi bir türlü bırakmayan azraile?.. Hani asi ruh diyoruz ya, Ahmet abi hep kırık isyanları dillendirmedi mi?; Suskunum, vurgunum, tedirginim ben
haylanmaz, uslanmaz, tedirgin.. Hani sayfalar olsa, sayfalarda şarkılar, her mısrada, her dizede, her melodide bu tribünleri bulmak o kadar kolay olurdu ki... Maalesef yerimiz dar da yüreğimiz neden bu kadar daraldı? Nedendir bu öfke; bizi bize anlatanlara neden düşmanız bu kadar?..

Kimse sevmez iken bu kadar çok dinlenen, bilinen bir başka kişi var mıdır dünya üzerinde? Kimse sevmez ama herkestir o... En çok da isyandır!

Velhasıl Ahmet abi en çok bize yakışır gibi gelmekte. Varsın solcusu, milliyetçisi, enteli, bıçkını, beyaz Türkü iğreti olsunlar, uzak dursunlar ve hatta nefret etsinler; biz mazlum öfkemiz ile nasıl hayata karşı duruyor ve var olmaya çalışıyorsak o da öyle yaşadı, öldü, gitti...! Bize kalan şarkıları şimdi biralarımıza, şaraplarımıza, kırılgan dost sohbetlerimize, tribünde öfkemize yarenlik etmekte; biz her ne kadar sevmesek de o var olmaya devam ediyor içimizde.

Herkese karşı herkes olarak...!

Bu ülke, bu toplum kendini anlatanlara hep kötü davrandı, sevemedi bir türlü; hep hor gördü “halkı”, “halka” anlatanları... Aslında bu kendinden nefretin bir başka şekli. Bu halk kendinden nefret ettiği içindir bir türlü barışamadı hayatla ve hep mutsuz, hep umutsuz yaşamlar kurdu.

Ahmet abi der ki;

“...acımasız olma şimdi bu kadar
dün gibi dün gibi
çekip gitme
bırakta sarılayım ayaklarına
kum gibi kum gibi ezip geçme
acımasız olma şimdi bu kadar
dün gibi dün gibi
çekip gitme ...”

Gidebiliyor musunuz? Böylesi yürekten gelen çağrıya kayıtsız kalabiliyor musunuz? O kadar acımasız olduk mu gerçekten?

Kavafis der ki;

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim” dedin,
bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede.

Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda -Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

“Gidemeyenlere...! Güzelleme...”
Bu da yeni sayının yeni girişi olsun hadi hayırlısı..!

Bastonsuz da sever ihtiyarımız.../Özer ÖZÇETİN

Biz Beşiktaş’lıyız ama “neden?” diye sorarlar insanlar bazen kendilerine ve hatta birbirlerine. Zordur Beşiktaş’lı olmak, Beşiktaş’lı kalmak hem de sevmek. Herkes bir taraftadır, taraftardır bir şekilde. Hepsi takımını izlerken top çizgiyi geçsin, potadan fileye düşsün, fileyi aşıp yere, çizgi içine düşsün ister ama Beşiktaş’lı olunca iş değişir.

Yıllarını tribünlerde geçiren Beşiktaş’lılar artık emekli olduklarını ama yine de içerde dışarda ellerinden geldiğince Siyah beyaz aşkı haykırdıklarını söylerler ve eklerler; “Biz Kartalız yoktur ahımız, bastonsuz da sever ihtiyarımız...” diye...

Evet bir başkadır Beşiktaş’ın kartal yüreklileri. Ortalama taraftar gibi herşeyi onlar da isterler ama hep müdahil olmak isterler olan bitene. Bir yerde haksızlık varsa, camianın kulübün üzüleceği bir haksızlık söz konusuysa önce onlar ayağa kalkıp “hey ne oluyor!” diye hesap sorarlar. Olsun bitsin bize ne diye vurdum duymaz olmazlar asla. İşte Asi Ruh dedikleri budur. İster dıştan ister kulübü temsil edenlerden bir yanlış gelse dur derler, örgütlenirler, tek ses tek yürek olurlar. Boşuna Asi Ruhu taşıyanlar simgesini apolet olarak takmamışlardır. Gün olur federasyon yanlışlarında düşerler yola, gün olur rakip takımların tezgahlarında karşı barikat olarak boy gösterirler. Gün olur BJK heyetlerinde temsilci olanların yanlışlarına “Semt bizim Aşk bizim!..” diye haykırırlar; öfke seli olup yıkarlar bendleri. Tarihe saygının ve vefanın, Beşiktaş duruşunun en temel ögesi olduğunu hatırlatırlar birilerine. Beşiktaş şehitlerine, abide-i şahsiyetlerine ahde vefanın ne kadar önemli olduğunu koltuklarında oturanlara lisan-ı münasiple söylerler.



Beşiktaş’ta Özkaynağın ne olduğunu bilmeyenlere Fulya’ya sahip çıkarak gösterirler.
82-92 arasındaki beş şampiyonluğu başka kupalarla süsleyen devrimci kadroyu anımsatırlar hep. Bugün on senede beş şampiyonluk garanti deseniz ve 200 milyon avro harcayın deseniz her yönetim balıklama atlar ama ne yazık ki geçmişte bu devrimi yapan ve kulübe artı bütçeler sunan, alınteri toprağından metro istasyonu geçecek diye apar topar orası boşaltılırsa ihtiyarlar ayaklanır işte bir şekilde. Semt bizim diyen gençler toplar, yüreğinde Beşiktaş sevdası bitmeyenleri bir araya.Beşiktaş şehidi Şan Ökten ailesini katarak bir panel, bir toplantı tertip edililir ve orada Şan Abiyle birlikte kaza geçirip yaralanan Ergün abi de vardır; Beşiktaş gazisi Ergün abi. Biz bastonsuz da geliriz demiştir Gazimiz ve haykırmıştır orada; “Biz Kartalız Yoktur Ahımız, bastonsuz da sever İhtiyarımız!..”

İşte budur Beşiktaşı bugün yaşatan değerler ve Beşiktaş duruşunu yaratan.
Kim ne kadar yanlış yaparsa yapsın, kim doğrudan zik-zaklarla yana geçsin Beşiktaş asla yıkılmaz, Beşiktaş asla geri durmaz ve tarihini unutmaz, unutturmaz.
Beşiktaş’a aşık sevdalı yiğit kartal yürekler olduğu müddetçe, Şeref beylerin, Baba Hakkı’ların, Süleyman Seba’ların, Optik’lerin bayrağı yere düşmez.
Beşiktaş’lı yürekler çarptığı müddetçe, Beşiktaşçılar yalanlarla, sahte gülücüklerle kandırmaya çalışsalar da genç nesilleri boşadır. Gençlik kralın çıplak olduğunu mutlaka görecektir. Önderliğin sahte tacını giyenler, utançlarıyla Beşiktaş kaldırımlarında buharlara karışacaktır.

Siyah-beyaz renginle uç uçabildiğince
yüksel ta arşa kadar ey şanlı karakartal

On numara ve ön libero üzerine.../Kenan ÖZCAN


Günümüzde futbol iyiden iyiye mekanikleşmeye başladı. Takımlar kurulu bir makine gibi artık. Oyun içerisinde kimin ne yapacağı sıkı sıkıya belletiliyor çalıştırıcılar tarafından. Sahada aman vermeyen, dişe diş, kora kor bir mücadele hüküm sürüyor. Bu yüksek yoğunluklu çatışmaya ayak uydurabilmek için daha bir fizik gücüne dayalı, daha bir hızlı oyunlar oynamak zorunda kalıyor takımlar. Yüksek tempo ve sertlikse oyuncuların düşünme süresini kısaltıyor. Futbolcular artık kısa zaman içinde, eskiye nazaran daha çabuk ve hatasız tercihlerde bulunmak zorundalar. Hem rakibini hem topu hem de arkadaşını aynı anda düşünerek bitirici hareketi yapmak... Olağanüstü bir zorluk...Çünkü her an sizi ısıracak, en az sizin kadar çevik rakiplerle boğuşmak mecburiyetiniz var. İşte bu yüzden,sihirbazlara taş çıkartacak çalım ve hareketleri çok ender olarak görebiliyoruz artık. Fantezi hareketlere kalkışan oyuncular, anında kayalara çarpan dalgalar gibi vurup, dağılıyorlar genellikle.

Gerçi her şeye rağmen yüksek tempoya ayak uydurmuş C. Ronaldo, Messi, Kaka, Ronaldinho gibi fantastik oyuncular da var çok şükür ki hala göz zevkimizi okşayan oyuncuları izleyebiliyoruz. Bu sebeplerden dolayıdır ki mücadeleyi sevmeyen, teknik kapasitesi yüksek, top ayağına gelirse bir şeyler yapmaya çalışan oyuncular için yeni bir mevkii icat edildi. Kimilerinin "10 numara "kimilerininse "Forvet arkası" dedikleri pozisyondan bahsediyoruz.
Bu mevki en çok da ülkemizde rağbet görüyor her halde. 10 numara ya da forvet arkası denen bu mevkii, takımın en yetenekli ama aynı zamanda da en tembel oyuncusu için uydurulmuş bir mevkii. Tüm takım onun yüzünden kapasitelerinin üzerine çıkarak oynamak zorunda. Kısacası diğer on oyuncu 10 numara denen beyzadeyi sırtlarında taşımak zorundalar. Bu 10 numara da bir-iki hareket yapacak ve maçı çevirecek, bu beklentiden dolayı da asla oyundan çıkarılamayacak; takımı bir kişi eksik bırakmak pahasına. Oyun onun üzerine kurulacak, en fazla alkışı o alacak, en çok onun forması satılacak, kısacası onunla da olmayacak, onsuz da... Ancak bu tarz oyuncuların, yani teknik becerisi yüksek fakat oyunun sadece hücum yönünü oynayan oyuncuların devrinin kapandığını da görmeliyiz artık. Bu oyuncuları izlemek, estetik hareketleri görmek adına elbette büyük bir zevk ama takım oyununun aksamasına yol açtıkları da bir gerçek.

İşte bu tarz oyuncuların açtıkları gedikleri kapamak için yeni bir mevkii daha icat olundu:"Ön libero"... Bu mevkiin oyuncuları ise 10 numaranın tersine tekniği az, fiziği kuvvetli, mücadele gücü yüksek oyuncular olmak zorunda. Topu kullanmaları beklenmiyor onlardan. Rakibi durdurup oyunlarını bozmaları, top kapmaları yeterli. Daha sonra da topu en yakın arkadaşlarına verip kurtuluyorlar. Hatta ön liberonun biri de kesmiyor ikincisi sürülüyor sahaya çoğu zaman. Genellikle dörtlü olarak kurulan defansın hemen önünde mevziileniyorlar. Top yapıp oyunun yönetimine katılanları ise parmakla gösterilecek kadar az ve büyük takımlar tarafından kapılıveriyorlar zaten.

Ön liberolu oyun rakibin üstünlüğünü kabul etmek anlamına geliyor aslında. Böylece rakibin hareket alanı daraltılıp topu kullanamaz hale getirilmek hedefleniyor. Zaten günümüzün tatsız, pozisyonsuz maçlarını izlememizin baş nedeni de işte bu oynamaya çalışmak yerine rakibi oynatmamak felsefesine dayalı defansif kurgular. Hele ki defansınızı iki ön libero ile desteklersiniz izleyiciler için tam bir eziyete dönüşür o maç. İşin aslına bakılırsa hem on mumara hem de ön libero pozisyonunda oynayan oyuncular orta saha oyuncuları ancak oyun içindeki davranışları ve pozisyon almalarıyla on numaralar forvet, ön liberolar ise defans oyuncusu görünümüne bürünüyorlar. Şahsen bu oyunculardan birinin hücum, diğerininse savunma anlamında takımlarını yalnız bıraktıklarını düşünüyorum. Bir takım başarılı olmak istiyorsa 10 numara, ön libero mevkiilerini çöpe atmalı. Günümüzün orta saha oyuncuları, oyunun her iki yönünü de sergileyebilen, komple oyuncular olmak zorunda. Aksi halde orta sahasında Lampard, Essien bulunan bir takıma, Alex ve Maldonado'nuzla pozisyon dahi bulamadan elenirsiniz.Ya da Lincoln'ün arkasındaki M.Topal, Ayhan gibi oyuncularla bir arpa boyu yol gidemezsiniz. Elde edilenler de geçici, tesadüfi başarılar olur.

Artık bu noktaya gelindikten sonra,eskisi gibi temposuz,ağır oyunlar görmek istemiyoruz ancak nostaljik zamanların yumuşak bileklerinin marifetlerini de izlemek arzusundayız. Bunun çaresi de hem estetik süslemelerle oyunu zenginleştirebilen hem de oynadığı pozisyonda zaafiyete sebebiyet vermeyecek kadar oyuna giren oyuncular yetiştirmekten geçiyor.

Bu gerçekten olabilir mi? Ya da bunu yapabilen kaç oyuncu yetiştirilebilir? Bunu da zaman gösterecek ama doğrusu yüksek tempoyu düşürmeden, spektaküler oyuncular izlemek istiyorsak buna mecburuz.

Ordan.../Namık KARTALOĞLU

Bu yazımda da beni anlatacağım; bir başka pencere, bir başka gözle ben. Halkın Takımı Dergisindeki önceki yazılarımda yine beni ve şehrimi az çok tanıtmaya çalışmıştım. Şimdikinde biraz daha derinine gideyim; şehrin çekirdeğine, yani Hasan Çelebi, Kaleboğazı, ve Kanlıkuyu’ ya.
Şehri inşaa edenden başlayayım;
Usta İbram ( Usta Yane); bir Ermeniydi, Evlerimizi karadaştan (siyah Karacadağ Taşı) o inşaa ederdi. Evinin bahçesinde her türlü baharatı yetiştirirdi ve kocakarı ilaçları yapardı onlarla. Kollarımız top oynarken kırıldığında direk o ve kardeşi müdahale eder kollarımızı tamir ederlerdi. Kardeşiyle birlikte müzmin bekar, hiç evlenmeden yaşamını sürdürüyordu. Kimse evde kalmış kızlarını bile vermedi onlara. Sevilmiyor değillerdi, çokta sevilir ve sayılırlardı ama iş evlenme olayına geldi mi tıkanırdı herşey ve onlar da hiç evlenmeden öldüler.

Tenekeci Yaşar; Tenekeci yaşar şehrimizin soba ve soba borularını tamir eder, damlarımızdaki yağmur birikintisini aşağı aktaran ”cortin” lerimizi yapardı. Şehrimizin eğlence kaynağıydı. Her seçimde Belediye Başkanlığına adaylığını koyar ve aldığı oy da 3 (yazıyla üç) ten fazla olmazdı. Buna çok içlenirdi. İçlenmesinin sebebi de oyların biri kendisinin diğeri sadık eşinin olduğu belli de üçüncüsü hangi orospu çocuğunun onu bilemediğindendi.

Kalaycı zifkar( Zülfikar); bakırlarımıza yeniden hayat verirdi; kendi halinde geldi ve gitti.
Hamamcı Alo(Ali); eski döküntüler ve çöp yakarak ısıtırdı hamamı ama daima sıcaktı o göbek taşı. Son kez kadınlar hamamına gittiğimde Müzzeyen abla (hamamcı alo nun karısı) “Bir dahaki gelişinde babana da de o da gelsin” demişti. Her Müzzeyen ablayla karsılaştığımda yüzüm kan çanağı olur yıllar sonra.

Berber Neşat; en nefret ettiğim isimdi. Babam tembih etmişmiş oğullarımı yakaladığın gibi saçlarını üç numara kes diye. Bu da kolumuzdan tutar sandalyeye oturturdu ve başlardı saçımızı o yağsız makinesiyle yolmaya. Makinenin dişleri kör olduğundan resmen çeker yolardı. Biz berber koltuğunda oturamadık hiç çocukken; hep havalarda uçuşurduk can acısından.

Marangoz Hüsen( Hüseyin); sağır Hüsen diğer adıyla. Mobilyalarımızı ( neydi ki? Raf, kapı, pencere bir de buzdolabı olmadığı için teldolap) yapardı ve derdimizi anlatmak için gırtlağımızı patlatırdık.

5 sinemamızdan birinin sahibi Ahmet Amromi (kulaksız Ahmet) kirvemdi ve arkadaşlarımızın babasıydı. Oğlu Vedat gece sokağa çıkmaya korkardı. Onu eve uğurlamak başlı başına bir maceraydı. Eve koşarken ya şarkı söylerdi ya da sayardı “bir, iki, üç… On ve ulaştımmmmmm!.. sesini duyduğumuzda içeri, evimize anca girerdik.
Sinema eğlencesinin tamamlayıcısı da Leblebici Mahmut’tu. Taze sıcak leblebi, fıstık, kabak, kavun, karpuz veya ayçiçek çekirdeklerimiz ondan temin edilirdi.

Manav, kasap, terzi, kırtasiyeci, iğneci, lokantacı, pastanecilerimiz vardı. Hiçbiri çok para kazanayım da zengin olayım düşüncesinde değillerdi veya ben hiç birinin zengin olduğunu duymadım, görmedim. Sadece evlerini geçindirme ve çocuklarını okutma derdindeydiler ve bunların işyerleri genelde 3x3 metre büyüklüğündeydi yani adı üstünde küçük esnaftılar, zanaatkardılar.

Şimdi o insanların yaşama şansları yok; o insanların yaptığı işleri şimdi hipermarketler, şirket grupları yapıyor. Migros, Tansaş ve bunun gibi yerlerden gidip leblebini de alıyorsun, etini de, sütünü de… Duvar için çimentonu da alıyorsun, mutfak için musluğunu da, pencere için de camı da. Zaten Demirdöküm soba olayını kaldırdı, yani endüstri sanatı da Zanaati da alıp bitirdi.

İşte bunlardır bizim Futbol Endüstrisine karşı olmamıza sebep. Yarın MTCK Bank Arena Stadına ( Şeref Bey) girdiğimizde üzerimizde metal giysilerle ve pille çalışır hale gelmeyelimdir derdimiz.
Siper et göğsünü, dursun bu hayasızca akın!

Pes etmeye karşı olmak/Emre BASALAK

Duvar yüksekti; boyumun iki katı… Planını kurmak bile günlerimi almıştı. Her vazgeçişimde o sahneyi aklıma getiriyordum. 25 yıl önceki hikayeyi bendeki imgeleriyle anlatacağım;

Kirli sakalıyla çıkmıştı o duvarın üstüne; elinde siyah ve beyaz olmayan bir bayrakla. Hem de bizim mahallede; bizim apartmanın duvarına. Öyle bir mahalle ki soyadı Kartal olan insanların olduğu, yeni doğan oğullara Feyyaz, Ali, Metin isimlerinin konulduğu -ki hep kıskandım benden beş yaş küçük yeni doğan Feyyaz’ı- semt çocuklarıyla dolu, Beşiktaş lisesinden mezun hanımlarla bezenmiş -ki başını annemin çektiği- bir mahalleden sözediyorum. Kirli sakallı komşumuz simsiyah-bembeyaz mahallemde benim asla çıkamadığım o duvara çıkmış, renkleri yabancı, hiç de kanımı kaynatmayan o bayrağı, kahramanım ve tanıdığım en iyi Beşiktaş’lı olan anneme doğru sallamıştı… Güya komşumuzdu… Sesi kulaklarımda hala : ‘’En Büyük Kimmiş Şirvan! … En Büyük Kimmiş?... Pes Ettin mi ?’’… Annem hırs ve üzüntüyle karışık, sadece yüzüne baktı kirli sakallı komşumuzun…

Sabah çok erken kalktım. Her zamankinden hızlı adımlarla indim apartmanın merdivenlerini. Ellerim dolu; koca bir torba... Duvarın yanındaydım artık. Baktım dakikalarca. Boyumun iki katı… Dakikalarca uğraştım. Şu taşa da basabilirsem… Evvvet… Ha gayret… Olmak üzere… İşte tam o sırada, henüz beş yaşında olan zihnime en çok yer eden seslerden birini duymuştum:
‘’Şirvan koooş!.. Emre duvara tırmanıyo!..’’ Ardından annemin her gece yatağımı 36,5 dereceye getiren sesi çınladı kulağımda: ‘’Emremmm!..’’

Düştüm… Yerde neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. O kısa süre içinde bütün film gözümün önünden geçti. Ellerim, dirseğim ve dizim kanıyordu, çok korkmuştum. En doğal tepkimi vermek üzereydim ama gözyaşlarım gözbebeklerimde düğümlendi… Akıtamadım.
Başaramamıştım… Annem akan kanları görünce aşağı yanıma gelmek istedi; tam o sırada diğer kahramanımın sesini duydum. Oraya geldiğini bile fark edemediğim dedem; ‘’Bırak Şirvan! Kendi kendine başaracak benim oğlum; pes etmesin hemen…’’ İşte o an, karanlık dünya sanki birden aydınlandı ve ben siyahla beyazı gördüm. Gözlerimi araladım, ilk gördüğüm şey o duvardı. Kanlar içinde, ağlamaklı ayağa kalktım. Az önce basamadığım o taşa bastım. Hayatımın en zor tırmanışını yaptım ve artık duvarın üstündeyim. Başımı yukarı kaldırdım. Annem, anneannem ve dedem balkonda beni izliyorlardı, annemin hala kulaklarımda olan o çığlıyla balkonlara koşan tüm komşularla birlikte… O da çıkmıştı evinin penceresine. Bir an kirli sakallarına doğru başımı çevirdim; hırsla yüzüne baktım ve elimdeki koca torbadan üzerinde ‘’EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ’’ yazan bayrağımı çıkardım. Tekrar anneme döndüm…
‘’ EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ ANNE… EN BÜYÜK BEŞİKTAŞŞ!.. PES ETME!… PES ETME ANNE!…
Hayatımın ilk alkışını almıştım. Kirli sakallı da dahil herkes ellerini çırpıyordu. Bense gözleri yaşlı anneme, anneanneme ve dedeme bakarak haykırmaya devam ediyordum…
‘’EN BÜYÜK BEŞİKTAAAŞ!…
ASLA PES ETME ANNE!…’

Atölye/Cem ÖZEL


Nükleer enerji nedir?..
Ağır atom çekirdeklerinin nötronlarla bombardımanı sonucu çekirdek parçalanır (fisyon) ve bu parçalanmanın sonucu olarak ortaya fisyon ürünü enerji ile birkaç adet nötron çıkar. İşte bu açığa çıkan enerjiye “Nükleer enerji” denir. Sonradan bu enerji nükleer reaktörler aracılığıyla elektrik enerjisine dönüştürülür.

Avantajları:
-Enerjide dışa bağımlılığı azaltır
-Fosil yakıtların doğaya verdiği tahribattan daha az zarar verir.
-Aynı boyuttaki rüzgar santraline göre 2 kat daha fazla verimlidir.

Dezavantajları:
-Atıklar binlerce yıl zehirli etkisini korur.
-Olası bir kaza büyük çapta çevre felaketine yol açar.
-Nükleer enerji Türkiye’nin ihtiyacının en fazla %4’lük kısmını karşılayabilir.
-Güvenlik ve uygulama maliyeti ilk yatırım maliyetinden daha fazla olur.

Neden karşıyız?..
Nükleer santral için harcanacak miktarın daha azı ile mevcut santrallerin bakım-onarım ve iyileştirmesi ile iki nükleer enerji santrali kadar enerji kazanılabilir. Dağıtım hatlarının iyileştirmesi ile kaçaklar giderilip yaklaşık 40 milyar kw kazanılabilir. Ülkemizdeki 48000 kw rüzgar enerjisi potansiyelinin yalnızca 50 kw’sı kullanılmakta. 2600 saat güneşlenme süresinin yalnızca ikiyüzde biri kullanılmakta ve biokütleden (çöpten) enerji üretilmemekte. Ayrıca santral için özelden talep olmaz ise
hükümet tarafından kurulup devredilecek. Santral kapandığında ise yapılan anlaşma gereği maliyeti şirket karşılamazsa kamu tarafından karşılanacak. ABD ile Fransa’nın nükleer malzemelerini-yani atıklarını- Türkiye’ye getirmesi söz konusu. Savunanların görüşü ise işsizliğin azalacağı yönünde. Kişisel görüşüm, aşağıdaki gibi iş ilanlarının artacağı yönündedir:
“Uranyumdan elektrik üreten ve sürekli büyüyen ÇAYNOBİL santralimizde Uranyum zenginleştirebilecek, nükleer atıkları damperli kamyonla sevk edebilecek, en az ortaokul mezunu, uranyumun etkilerini bilmeyen, Sinop’ta ikamet edebilecek, D sınıfı ehliyeti olan, radyasyondan koşarak kaçabilecek atletik yapıya sahip, tercihan Rus ve Ukrayna dillerinden birine hakim, genetik değişime müsait saf ve bakir Anadolu delikanlıları aranmaktadır.”

Fragman

Sarhoş olmak ve dövüşmek; hayatta yapacak başka ne var ki?
Tuttuğun takımın maçındasın. Stadyum dolu.Tüm taraftarlar ayakta. Kıran kırana ve sert bir maç. Oysa sahada olup bitenler daha sonra olacaklar için sadece bir ısınma. Kargaşa başladığında sakın kaçma. Kendini sonuna kadar savun; savaş. Nefret ettiğin birini düşün.

Matt (Elijah Wood), bir yanlış anlama sonucu Harvard Üniversitesi’nden atılmış ve ablası Shannon’ın (Claire Forlani) ailesiyle birlikte yaşamak için Londra’ya gelmiştir. Pete (Carlie Hunnam) ile tanışması Londra’nın şiddet dolu yüzüyle karşılaşmasına sebep olur. Pete ve arkadaşları, İngiltere’nin en sert futbol kulüplerinden birinin,“Green Street Elite” adlı fanatik taraftar grubunun bir parçasıdır. Matt, bu dünyanın içine çekildikçe sokak kanunlarının okulda öğrendiği doğrulardan oldukça farklı olduğunu anlamak zorunda kalır. Hayatının en önemli dersini de yine sokaklardan alacaktır. Futbolu ve şiddeti birbirinden ayıramayan holiganların dünyasını gözler önüne seren yapım

Satranç/Aykut İlker METE


Bu sayımızdan itibaren satranç sporu ile ilgili olarak bilgilerinizi tazelemek, yeni bilgiler vermek ve sizi satranç sporu ile tanıştırmak istiyorum.

Satranç sporu, Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) kural kitabında şöyle tanımlanıyor; “Satranç Tahtası” olarak adlandırılan kare şeklinde bir alan üzerinde iki rakip arasında taşların sırayla oynatılmasıyla oynanır. Oyunu beyaz taşlarla oynayan oyuncu başlatır. Her iki tarafın da amacı, rakip şahın, kurallara uygun bir hamleyle, tehdit altında olmaktan kurtulması mümkün olmayana kadar rakip şaha saldırmaktır. Bunu başaran taraf rakibini “Şah-Mat” yapmış demektir ve oyunu kazanır. Satranç tahtası çizgili 64 (8x8) eşit kareden oluşur ve kareleri sırayla açık (beyaz) ve koyu (siyah) renktedir. Satranç tahtası iki rakip arasına beyaz renkli köşe karesi sağ tarafta olacak şekilde yerleştirilir. Başlangıçta bir taraf 16 adet açık renkli (beyaz), diğer taraf 16 adet koyu renkli (siyah) taşa sahiptir.

Bu kadar tanım yeter sanırım… Bir daha ki sayıda taşların hareketlerinden de kısaca bahsedeceğim.

1954 yılında Dernekler Yasasına göre kurulan Türkiye Satranç Federasyonu (TSF) 1991 yılında Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 1962’de ise FIDE’ye üye olmuştur. 2004 yılında çıkartılan Özerklik Yasasıyla, 7 Mayıs 2004 tarihinde ilk özerkleşen amatör spor federasyonu Türkiye Satranç Federasyonu (TSF) olmuş ve Haziran 2005’de okulda satranç projesi ile Milli Eğitim Bakanlığı’yla yapılan protokolle satranç ilköğretim okullarına seçmeli ders olmuştur. 1995 yılında Türkiye Kulüplerarası Satranç Ligi kurulmuş 26 kulübün 16 tanesi 1996 yılında 1. Ligi oluşturmuştur. Şampiyon olan kulübün Avrupa Kulüpler Kupasında ülkemizi temsil ettiği 1. Ligde Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün de 2006 ve 2007’de olmak üzere iki şampiyonluğu bulunmaktadır.

Son olarak satranç sporu, özellikle ilköğretim çağındaki çocuklar için sabır, dikkatini tek konu üzerinde yoğunlaştırabilme alışkanlığı, muhakeme gücü, alternatifleri düşünme gibi kavramları öğrenebilmelerini sağlayan bir eğitim aracıdır.

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

** Koyu ve açık renk kareli ilk satranç tahtaları 11.yy'da Avrupa'da ortaya çıkmıştır.

** Gazetelerdeki ilk satranç sütunu 1813 yılında Liverpool Mercury'de çıkmıştır.

** Satrancın sinemadaki ilk yansıması 1914'teki "The wishing ring" filmi ile olmuştur.

** Satranç konulu ilk film ise 1925'te Moskova'da çekilen "Chess Fever" (Satranç Ateşi) isimli filmdir. Baş rolde Küba’lı dünya satranç şampiyonu Jose Raul Capablanca oynamıştır.

** "Chess" (satranç) 1986'da Tim Rice tarafından yazılan bir müzikaldir. "Chess" müzikali, 1972 yılındaki Fisher-Spassky dünya şampiyonluğu maçı üzerine kurulmuştur ve 4 milyon doların üzerindeki bütçesiyle de o ana kadar sahneye konulan en pahalı oyun olmuştur.

** 1490'da yapılmış "The chess players" isimli tablo, bilinen satranç teması içeren ilk resimdir.

** İlk kayıtlı turnuva 1575 senesinde Madrit'teki kral sarayında yapılmıştır. Kral 2. Phillip'in düzenlediği maç serisinde Giulio Polerio ve Giovanni Leonardo, Ruy Lopez ve Alfonso Ceron'u yenmişlerdir.

SATRANÇLA İLGİLİ LİNKLER :
>>> Türkiye Satranç Federasyonu (TSF)
www.tsf.org.tr
>>> Kocaeli Satranç İl Temsilciliği
www.kocaeli.tsf.org.tr
>>> Satranç Televizyonu
www.satranctv.org

Satranç sporu ile ilgili soru ve görüşleriniz için eposta adresim : aykutilkermete@gmail.com

Biz kimiz?

Biz, büyük olmayı "çok" olmak, önüne her geleni ezebilmek, görgüsüz hezeyanlarını tatmin için herşeyin ve herkesin alınıp satılabildiği ortamları yaratıp sonra da oradan beslenmek olan ve tapınılası tek değeri sadece ve sadece "güç" olarak görenlerin yer aldığı tribünün tam karşısında, Eto'o ların,Pluton'ların,Pakistan'lı bebelerin, Irak'lı dedelerin, Latin Amerika'lı işçilerin,siyahların-beyazların,kızılderililerin-eskimoların-çingenelerin,pazar malı ucuz beyaz pamuklusunun üzerine siyah şeritler diktirerek mahalle maçına çıkan veletlerin, o ucuz formayı o velete etiketini koymadan diken komşu teyzenin, topumuzu bize bedeli ruz-ı mahşerde ödenecek bir "borç" karşılığı veren bakkal amcanın, sözün özü "Halkın Takımı" yız.

İzleyiciler

online ziyaretçiler

Halkın Takımı Dergisi 1. sayı

Halkın Takımı Dergisi 1. sayı
Mayıs-2008

Halkın Takımı Dergisi 2. sayı

Halkın Takımı Dergisi 2. sayı
Temmuz-2008

Halkın Takımı Dergisi 3. sayı

Halkın Takımı Dergisi 3. sayı
Eylül-2008

Halkın Takımı Dergisi 4. sayı

Halkın Takımı Dergisi 4. sayı
Kasım-2008

Halkın Takımı Dergisi 5. Sayı

Halkın Takımı Dergisi 5. Sayı
Mart/2009
Web Stats