Yaasam…
Küçüklerimi eezmek… Büyüklerimi seevmek…
Üülküm yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım globalizme armağan olsun…
Hayatını gitar çalarak kazanan bir dostumla muhabbet ediyoruz. Türk musikisini severim ya, batı normlarıyla müziğin teorisine iyice vakıf olmuş olan dostum mevzuuyu döndürüp dolaştırıp onaltılık ve otuzikilik notaların gereksizliğine kadar getirdi. Notadan anlamam. Genel kültür temelinde bir bilgim vardır o kadar. Benden daha beter olanlar için kısa bir açıklama yapayım.
Örneğin dört saniye uzunluğunda bir sese tam ses dersek bunun yarısına yarım ses, bir saniye sürenine çeyrek ses deniyor. Bunu da ikiye bölersek sekizlik ses elde ediliyor. Türk musiki üstadları bununla yetinmeyip bölmeye devam etmişler ve onaltılık, otuzikilik sesleri de bestelerinde kullanmışlar. İşte gavuran tayfasının aklının da parmağının da basmadığı sesler bu son ikisi. Her bir perdesi orta halli bir maydanoz tarlası genişliğinde olan gitar aletini çalan biri için zaten imkansız ötesi bir durum söz konusu oluyor haliyle.
Şimdi bu müzisyen dostumuzun iddiası şudur; “Yahu” demekte, “insan kulağı sekizlik notayı zaten zor algılarken bunların kullanılmasındaki hesap ne olabilir ki? Olsa olsa bestecinin ukalalığıdır.”
Yaaa…
İşte 24 notalık Beatles’ın “let it be” sini, “imagine” ini çalarken olabileceği maksimum konsantrasyon, karşında iki yana sallanan kıza kadar olabilen zihnin neden İsmail Dede’nin
Reh-i Aşkında idüp kaddimi kütah gönül aman efendim
Beni baştap çıkarıp eyledi gümrah gönül aman efendim
Diye hıçkıran Hüzzam nakış yürük semaiinde dış dünyaya kapanır da gizli gizli gözlerin yaşarır ey gaafil?..
Teknik olarak kulağın, parmağın en çok sekizlik seslerin icra ve mütalaasına yetebilir ancak her türlü teknikten alesta geniş bir boşluğa girersin ya bazen, işte insan kulağınla algılayamadığın onaltılık, otuzikilik seslerin sırtına biner de öyle yayılırsın gönül tarlalarına.
O sesler senin enstrümanının sapında değil o şarkının ta ruhunda yer alırlar.
Kulak duymaz, göz görmez, parmak basmaz; sadece gönül duyar.
İşte o şarkının kimliğidir o sesler…
Yıllar önce televizyonda bir maç seyretmiştim. Asya kupası mı neyse, İran-Irak maçı galiba…
Tahran stadı tam bir beton heyüla… yüzyirmibin mi, yüzellibin mi ne kapasitesi var ve lebaleb dolu. “Ulen “ dedim “amma tezahürat olur şimdi”
Maç başladı bir uğultuyla beraber ki nasıl anlatsam. Maç sürüyor hala uğultu. Maç bitti uğultu da bitti. Kalabalık yetmiyor demek; Uğultu tam organize de bir şey eksik; ama ne?
İngiltere’ de Liverpool tribünleri… Man-U, Chelsea, vd. Son derece organize, güzel şarkılar-marşlar falan… Bizde de Ş. Saracoğlu var bir benzeri. Ellibin kişi doluşmuş, bir gürültü, patırtı… Gökgürültüsü haltetmiş… Gürültü ki kuupkuru…
Nicelik olarak çokluğu yakalamakla büyük desibelleri de yakalayabilir her tribün. Mimari akustiğiniz iyidir eziverirsiniz küçük kalabalıkları bu da kolay… Ne kaa ekmek o kaa köfte demiş halkımız. Bu eşitliğin bir tarafına yığarsanız ekmeği, ve hatta komple ekmek fırını tesisini kurarsanız diğer tarafta ki köfte izdihamını kimse engelleyemez gayri Her tür köfte zıplaya zıplaya gelir yerleşiverir diğer tarafa.
Ama;
Bir şey vardır oralarda bir yerde…
Gözle görülmez, elle tutulmaz…
Kulak meselesi de değildir. Kulak birçok şeyi halleder ama bu onu da aşmıştır anlayamazsınız.
Gönüle vuran bir ses vardır bazı tribünlerde onaltılık ses gibi, otuzikilik ses gibi…
İşte o tribünün öz kimliğinden çıkar o sesler. Dinleyen duyar ama anlamaz.
Hisseder ama bilmez.
Henüz yitirilmemiş bir kimliğin sesi akar taraflı tarafsız herkesin gönlüne.
Günümüzde bu kimlik yenmiş bitirilmiştir çoğunlukla. Kuru gürültüye devrolmuştur en kabadayısı. Endüstriyel diyoruz ya işte o, ele geçirmeye tribünlerden başlar kulüplerden değil. Önce yokedilmesi gereken şey tribünlerin kimliğidir. Taraftar kimliğini müşteri kimliğine rücu ettikten sonradır ki sunulanı almaya hazır, sadece kıçının sıkıntısından mızıldanabilen kalabalıkları köfteyle beslemek daha kolaydır. Müşteri bizzat ekmek hamuru olmuşsa iş pişirmeye kalmıştır.
Amerikan filmlerinden biliriz çoğunlukla. Orada taraftar yerine seyirci olduğundan öyküler takımlar üzerinedir genellikle. Taraftar filmi çekemezler yok çünkü. Ama zaten oluşum eski dünyanın tersine işlemiştir oralarda. Bir tarih, bir gelenek yoksunluğu… Yerel sömürgecilikten direk endüstriyelleşmeyi ithal ettiklerinden, önce şirket-takımlarını oluşturmuşlar sonra da seyirciyi yaratıp direk bilet kesmeye başlamışlar. Herşey baştan ticarethane mantığına sığdırılmış. Yeni dünyada geliştirilen bu virüs eski dünyaya bulaşmış ve hızla yayılmakta. Tribünlerde yaratılmak istenen tablo, kafasında el çırpan şapkalarıyla, üzerlerinde marka formaları, ellerinde cola ve hamburgerleriyle oturup, tepeden sarkan ve her bir yüzü üzerinde maç oynanan sahadan daha büyük dev ekranlardan maçı izleyen Amerikan seyircisi profili…
Bizim tribünler her nasıl olmuşsa olmuş ve bu çarkın arasına sıkışmış bir taş sayesinde kendi sesini, kimliğini muhafaza etmeyi becerebilmiştir. Yumurtakafa Yılmaz’ın ilk sayıda yazdığı “Çarşı solcu mu?” başlıklı yazısında bu taşın nasıl yuvarlanıp o çarka sıkıştığı açık seçik anlatılıyor. Sonrasında ise o taşın, duran endüstriyel dişliler arasından nasıl sökülmeye çalışıldığına hepimiz şahit olduk ve olmaya devam ediyoruz hala…
Yani bilim, teknik, mekanik, teorik ve bol ekmekle global endüstriyelizmin parlak sesler çıkaran bir enstrümanı olmak, orta yerde zıplayan pahalı köftelere el çırpmak çok mümkün. Seni çalacak virtüözler de bol miktarda mevcuttur ancak parlak mekanlarda biriken kalabalıkların usta organizasyonlar ve yönetmenlerle yarattığı üst düzey gösterinin şov dünyasından öteye geçip gönüllerde yankılanmasının mümkünatı olamamaktadır.
Çünkü o tribünler kimliğini yitirmiştir.
Muhafaza eden taraftar grupları birer birer kaptırmışlardır kimliklerini…
Arkalarından gelen nesilleri kaptırmışlardır birkaç parlak incik boncuk parıltısına…
Endüstriyelleşmenin tribünlerden başlayan ele geçirme operasyonu karşısında teker teker yıkılmış barikatlardır o tribünler.
Şimdi elde kalan son barikat bizim tribünlerdir.
Yıkılmaya çalışılan, ele geçirilmeye çalışılan asıl odur, kulüp falan değil.
Sanıldığı gibi organize tezahüratlar, yüksek desibel rekorları değildir bizim tribünleri hedef yapan…
Şarkısını söylerken, derdini anlatırken sadece kendine ait sesiyle konuşmasıdır.
Susturulmaya çalışılan, yok edilmeye çalışılan, dejenere edilmeye çalışılan o sestir işte.
O ses bizim tribünlerin kimliğidir.
Hepimizin taşıması gereken, sen kimsin diyen endüstriyel futbolun ta alnının çatına dayayacağı kimliği…
Küçüklerimi eezmek… Büyüklerimi seevmek…
Üülküm yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım globalizme armağan olsun…
Hayatını gitar çalarak kazanan bir dostumla muhabbet ediyoruz. Türk musikisini severim ya, batı normlarıyla müziğin teorisine iyice vakıf olmuş olan dostum mevzuuyu döndürüp dolaştırıp onaltılık ve otuzikilik notaların gereksizliğine kadar getirdi. Notadan anlamam. Genel kültür temelinde bir bilgim vardır o kadar. Benden daha beter olanlar için kısa bir açıklama yapayım.
Örneğin dört saniye uzunluğunda bir sese tam ses dersek bunun yarısına yarım ses, bir saniye sürenine çeyrek ses deniyor. Bunu da ikiye bölersek sekizlik ses elde ediliyor. Türk musiki üstadları bununla yetinmeyip bölmeye devam etmişler ve onaltılık, otuzikilik sesleri de bestelerinde kullanmışlar. İşte gavuran tayfasının aklının da parmağının da basmadığı sesler bu son ikisi. Her bir perdesi orta halli bir maydanoz tarlası genişliğinde olan gitar aletini çalan biri için zaten imkansız ötesi bir durum söz konusu oluyor haliyle.
Şimdi bu müzisyen dostumuzun iddiası şudur; “Yahu” demekte, “insan kulağı sekizlik notayı zaten zor algılarken bunların kullanılmasındaki hesap ne olabilir ki? Olsa olsa bestecinin ukalalığıdır.”
Yaaa…
İşte 24 notalık Beatles’ın “let it be” sini, “imagine” ini çalarken olabileceği maksimum konsantrasyon, karşında iki yana sallanan kıza kadar olabilen zihnin neden İsmail Dede’nin
Reh-i Aşkında idüp kaddimi kütah gönül aman efendim
Beni baştap çıkarıp eyledi gümrah gönül aman efendim
Diye hıçkıran Hüzzam nakış yürük semaiinde dış dünyaya kapanır da gizli gizli gözlerin yaşarır ey gaafil?..
Teknik olarak kulağın, parmağın en çok sekizlik seslerin icra ve mütalaasına yetebilir ancak her türlü teknikten alesta geniş bir boşluğa girersin ya bazen, işte insan kulağınla algılayamadığın onaltılık, otuzikilik seslerin sırtına biner de öyle yayılırsın gönül tarlalarına.
O sesler senin enstrümanının sapında değil o şarkının ta ruhunda yer alırlar.
Kulak duymaz, göz görmez, parmak basmaz; sadece gönül duyar.
İşte o şarkının kimliğidir o sesler…
Yıllar önce televizyonda bir maç seyretmiştim. Asya kupası mı neyse, İran-Irak maçı galiba…
Tahran stadı tam bir beton heyüla… yüzyirmibin mi, yüzellibin mi ne kapasitesi var ve lebaleb dolu. “Ulen “ dedim “amma tezahürat olur şimdi”
Maç başladı bir uğultuyla beraber ki nasıl anlatsam. Maç sürüyor hala uğultu. Maç bitti uğultu da bitti. Kalabalık yetmiyor demek; Uğultu tam organize de bir şey eksik; ama ne?
İngiltere’ de Liverpool tribünleri… Man-U, Chelsea, vd. Son derece organize, güzel şarkılar-marşlar falan… Bizde de Ş. Saracoğlu var bir benzeri. Ellibin kişi doluşmuş, bir gürültü, patırtı… Gökgürültüsü haltetmiş… Gürültü ki kuupkuru…
Nicelik olarak çokluğu yakalamakla büyük desibelleri de yakalayabilir her tribün. Mimari akustiğiniz iyidir eziverirsiniz küçük kalabalıkları bu da kolay… Ne kaa ekmek o kaa köfte demiş halkımız. Bu eşitliğin bir tarafına yığarsanız ekmeği, ve hatta komple ekmek fırını tesisini kurarsanız diğer tarafta ki köfte izdihamını kimse engelleyemez gayri Her tür köfte zıplaya zıplaya gelir yerleşiverir diğer tarafa.
Ama;
Bir şey vardır oralarda bir yerde…
Gözle görülmez, elle tutulmaz…
Kulak meselesi de değildir. Kulak birçok şeyi halleder ama bu onu da aşmıştır anlayamazsınız.
Gönüle vuran bir ses vardır bazı tribünlerde onaltılık ses gibi, otuzikilik ses gibi…
İşte o tribünün öz kimliğinden çıkar o sesler. Dinleyen duyar ama anlamaz.
Hisseder ama bilmez.
Henüz yitirilmemiş bir kimliğin sesi akar taraflı tarafsız herkesin gönlüne.
Günümüzde bu kimlik yenmiş bitirilmiştir çoğunlukla. Kuru gürültüye devrolmuştur en kabadayısı. Endüstriyel diyoruz ya işte o, ele geçirmeye tribünlerden başlar kulüplerden değil. Önce yokedilmesi gereken şey tribünlerin kimliğidir. Taraftar kimliğini müşteri kimliğine rücu ettikten sonradır ki sunulanı almaya hazır, sadece kıçının sıkıntısından mızıldanabilen kalabalıkları köfteyle beslemek daha kolaydır. Müşteri bizzat ekmek hamuru olmuşsa iş pişirmeye kalmıştır.
Amerikan filmlerinden biliriz çoğunlukla. Orada taraftar yerine seyirci olduğundan öyküler takımlar üzerinedir genellikle. Taraftar filmi çekemezler yok çünkü. Ama zaten oluşum eski dünyanın tersine işlemiştir oralarda. Bir tarih, bir gelenek yoksunluğu… Yerel sömürgecilikten direk endüstriyelleşmeyi ithal ettiklerinden, önce şirket-takımlarını oluşturmuşlar sonra da seyirciyi yaratıp direk bilet kesmeye başlamışlar. Herşey baştan ticarethane mantığına sığdırılmış. Yeni dünyada geliştirilen bu virüs eski dünyaya bulaşmış ve hızla yayılmakta. Tribünlerde yaratılmak istenen tablo, kafasında el çırpan şapkalarıyla, üzerlerinde marka formaları, ellerinde cola ve hamburgerleriyle oturup, tepeden sarkan ve her bir yüzü üzerinde maç oynanan sahadan daha büyük dev ekranlardan maçı izleyen Amerikan seyircisi profili…
Bizim tribünler her nasıl olmuşsa olmuş ve bu çarkın arasına sıkışmış bir taş sayesinde kendi sesini, kimliğini muhafaza etmeyi becerebilmiştir. Yumurtakafa Yılmaz’ın ilk sayıda yazdığı “Çarşı solcu mu?” başlıklı yazısında bu taşın nasıl yuvarlanıp o çarka sıkıştığı açık seçik anlatılıyor. Sonrasında ise o taşın, duran endüstriyel dişliler arasından nasıl sökülmeye çalışıldığına hepimiz şahit olduk ve olmaya devam ediyoruz hala…
Yani bilim, teknik, mekanik, teorik ve bol ekmekle global endüstriyelizmin parlak sesler çıkaran bir enstrümanı olmak, orta yerde zıplayan pahalı köftelere el çırpmak çok mümkün. Seni çalacak virtüözler de bol miktarda mevcuttur ancak parlak mekanlarda biriken kalabalıkların usta organizasyonlar ve yönetmenlerle yarattığı üst düzey gösterinin şov dünyasından öteye geçip gönüllerde yankılanmasının mümkünatı olamamaktadır.
Çünkü o tribünler kimliğini yitirmiştir.
Muhafaza eden taraftar grupları birer birer kaptırmışlardır kimliklerini…
Arkalarından gelen nesilleri kaptırmışlardır birkaç parlak incik boncuk parıltısına…
Endüstriyelleşmenin tribünlerden başlayan ele geçirme operasyonu karşısında teker teker yıkılmış barikatlardır o tribünler.
Şimdi elde kalan son barikat bizim tribünlerdir.
Yıkılmaya çalışılan, ele geçirilmeye çalışılan asıl odur, kulüp falan değil.
Sanıldığı gibi organize tezahüratlar, yüksek desibel rekorları değildir bizim tribünleri hedef yapan…
Şarkısını söylerken, derdini anlatırken sadece kendine ait sesiyle konuşmasıdır.
Susturulmaya çalışılan, yok edilmeye çalışılan, dejenere edilmeye çalışılan o sestir işte.
O ses bizim tribünlerin kimliğidir.
Hepimizin taşıması gereken, sen kimsin diyen endüstriyel futbolun ta alnının çatına dayayacağı kimliği…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder