Krizlerin bir çok çeşidi ve sebebi vardır. Esasında herkes “kriz” kelimesinin kulağa hiçte hoş gelmediğini bilir ancak bazıları içinde kendini yenileyerek ve deneyimler kazanarak bulunduğu yerden daha iyi yere taşınma fırsatıdır.
Pek çok çeşidi vardır dedik ya, tabii bu “herkes” dediğimiz kümenin bakış açısı da çok önemli, eşgüdümlü veya farklı olabiliyor. Baksanıza “kapitalizm” daha da vahşileşmek için bir “kriz” modası tutturmuş gidiyor. Bu “vahşi” topluluğun asıl amacı çalışanların bedel vererek kazandığı hakları gasp etmek ve her çalışanı birer “ücretli köle” haline dönüştürebilmek, yanısıra diğer rakip firmaları da kalemine uydurarak eritmeye çalışmaktır.
Bizi ilgilendiren krizin hangi boyutudur?
Devlet halktan aldıklarını diğer “halkalara” aktardığından halka sunulan hizmeti kısıtlar. Bu, bazı ülkelerde yaşanan “burjuva demokrasisi” nin yani sosyal devlet anlayışının tasfiyesi anlamını taşır. “Efendim kriz onların bizi bağlamaz” diye düşünenleri duyar gibiyim; o halde ülkemizde 15 yıldır yaratılan “sözde” krizler kime yaramıştır bir gözden geçirelim.
*Bankaların hepsi karlarını 1000 (bine) katladı.
*Vatandaşın paralarını iç edenler kaçtı; borcu devlet (halkın parasıyla) ödedi.
*Ülkemizin en güzide arazileri yabancılara ballandıra ballandıra peşkeş çekildi.
*Devleti küçültmek adına kar getiren kuruluşlar uluslararası tröstlere pazarlanarak üretim sıfır noktasına çekildi.
*Satılan işyerlerinde çalışanlar sokağa atılarak yeni işsizler ordusu yaratıldı.
*Üretim yapılmayınca bu vahşiler kendi ürettikleri malları çok yüksek fiyata bize satmaya başladı.
Yetmedi.
*8 saatlik işgücü, yerini 24 saat çalışmaya hazır, esnek üretimi getirdi.
*Çalışanlardan sağlık sigortası primi kesildiği halde bir de katkı payı alınmaya başlandı.
*25 yıl çalıştıktan sonra emeklilik hak iken yaş sınırı getirilerek 65’e çıkarıldı. (Mezarda bile emeklilik hayal oldu)
*İşsizler ordusu çoğaldığından sermaye kendi rekabetini çalışanlara yayarak birbirine rakip hale getirdi, bu da yetmezmiş gibi asgari ücretin altında sigortasız, güvencesiz çalışma adaletsizliği meşru hale getirildi.
*Krizden çıkmak adına devletler banka ve borsaları (yasal tefeciler) destekleyerek trilyon dolarları seve seve hibe etti.
Kısacası “kriz” sistemi bizler için yıkım, tröstler için ise “palazlanmak” anlamına gelmektedir. Devletler, açlık sınırı altında yaşamaya çalışan yoksul insanlara yapılacak sosyal yatırımın maliyetini çok bulduğundan yanaşmıyor, halbuki tefecilere sunulan bu paranın 1/300 (üçyüzde biri) ile bu insanlar kurtarılabilirdi; üstelik “balık vererek” değil, “balık tutmayı öğreterek”.
Çok mu politik oldu ?
Çernobil faciası yaşandıktan sonra kanser yüklü bulutlar Karadeniz’imizin üzerine bir karabasan gibi çöktü. Dönemin sanayi bakanı Cahit Aral televizyonlara çıkarak “ne kanseri kardeşim aha ben de içiyorum kanser mi oldum” diyerek insanlarla dalga geçiyordu. Uzmanlar ise ısrarla, ülkemizde 10-15 yıl içinde bir kanser patlaması yaşanacağını söylüyor ve yönetenleri uyarıyordu. Sonradan öğrendik ki Cahit Aral Seylan çayı içiyormuş.
O yıllarda Karadeniz’de toplanan çayın bir bölümü sembolik olarak betona gömüldü. Fındıklar ise poşetlenerek ilkokul çocuklarına (sözüm ona) “gelişmeleri” için üzümle karıştırılarak bedavaya ikram edildi. Sonuç; kanserin her türlüsü uzmanların dediği gibi patladı ve günahsız çocuklarımız “lösemi” illetiyle tanışarak yaşamlarını yitirir oldular…
Evet farkındayım çok politik oldum ama şunu da yazmazsam üzülürüm. Facialara yol açan nükleer enerji santralleri 1985 yılından bu yana hiçbir ülke tarafından inşa edilmiyor. Bu santralleri kurma işi ile uğraşan firmalar ise batmış durumda. Ucuz diye pazarlanmaya çalışılan nükleer santrallerin atıkları imha edilemediğinden maliyeti maalesef çok daha yüksek. Hatırlayın, bir çok gelişmiş ülke zehir yüklü varilleri Karadeniz’e salarak insanlarımıza bir başka şekilde ölüm kusmadı mı?.
Endüstriyel gelişim adı verilen bu vahşi anlayışın yaptığı şeyler ortadayken krizler bahane edilerek toplumu manipüle etmeye çalışanlara karşı uyanık olmak zorundayız. Bir başka açılımla, yıllık milyonlarca dolar para kazanan futbolcular da bu olumsuzluklardan nasiplerine düşeni alacaklardır. Merak etmeyin, onlara verilecek paranın acısı artık “taraftarı müşteri gibi görmek”le de çıkmayacaktır.
Endüstriyel spor anlayışı da kendi sonunu hazırlıyor. Sporu ayakta tutan temel unsur amatör ruh ve o ruha destek veren taraftar sevgisidir. Bu taraftarlar kafasını tekmeye uzatan oyuncuyu da görür, sözleşme zamanına kadar saha da gezinen oyuncuyu da. Bundan dolayı kimse merak etmesin alınan paraların yanında beddualar da prim olarak sunulmaktadır…
Netice olarak sonunda yine biz kazanacağız.
Para çok şey ifade edebilir ancak her şey değildir. Değer verilecek en büyük unsur insan hayatıdır.
Bizler gözümüzü açık tutmak zorundayız.
Kendimizi geliştirerek değerlerimizi korumak zorundayız.
Evet, birşeylerin karşısında olmak zorundayız ve karşımızda “yönetememe krizi” var. Bizde böyle bir yönetimi istememe durumu var mı?
Varsa bunu fiile geçirecek erki oluşturma çabası var mı ?
Olmalı, olmak zorunda.
Yoksa limon gibi sıkılmaya, köle gibi satılmaya devam edeceğiz.
İnsanların çoğu;
Sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor,
Aslında yaşamayı bilmediği için.
W. SHAKESPEARE
Pek çok çeşidi vardır dedik ya, tabii bu “herkes” dediğimiz kümenin bakış açısı da çok önemli, eşgüdümlü veya farklı olabiliyor. Baksanıza “kapitalizm” daha da vahşileşmek için bir “kriz” modası tutturmuş gidiyor. Bu “vahşi” topluluğun asıl amacı çalışanların bedel vererek kazandığı hakları gasp etmek ve her çalışanı birer “ücretli köle” haline dönüştürebilmek, yanısıra diğer rakip firmaları da kalemine uydurarak eritmeye çalışmaktır.
Bizi ilgilendiren krizin hangi boyutudur?
Devlet halktan aldıklarını diğer “halkalara” aktardığından halka sunulan hizmeti kısıtlar. Bu, bazı ülkelerde yaşanan “burjuva demokrasisi” nin yani sosyal devlet anlayışının tasfiyesi anlamını taşır. “Efendim kriz onların bizi bağlamaz” diye düşünenleri duyar gibiyim; o halde ülkemizde 15 yıldır yaratılan “sözde” krizler kime yaramıştır bir gözden geçirelim.
*Bankaların hepsi karlarını 1000 (bine) katladı.
*Vatandaşın paralarını iç edenler kaçtı; borcu devlet (halkın parasıyla) ödedi.
*Ülkemizin en güzide arazileri yabancılara ballandıra ballandıra peşkeş çekildi.
*Devleti küçültmek adına kar getiren kuruluşlar uluslararası tröstlere pazarlanarak üretim sıfır noktasına çekildi.
*Satılan işyerlerinde çalışanlar sokağa atılarak yeni işsizler ordusu yaratıldı.
*Üretim yapılmayınca bu vahşiler kendi ürettikleri malları çok yüksek fiyata bize satmaya başladı.
Yetmedi.
*8 saatlik işgücü, yerini 24 saat çalışmaya hazır, esnek üretimi getirdi.
*Çalışanlardan sağlık sigortası primi kesildiği halde bir de katkı payı alınmaya başlandı.
*25 yıl çalıştıktan sonra emeklilik hak iken yaş sınırı getirilerek 65’e çıkarıldı. (Mezarda bile emeklilik hayal oldu)
*İşsizler ordusu çoğaldığından sermaye kendi rekabetini çalışanlara yayarak birbirine rakip hale getirdi, bu da yetmezmiş gibi asgari ücretin altında sigortasız, güvencesiz çalışma adaletsizliği meşru hale getirildi.
*Krizden çıkmak adına devletler banka ve borsaları (yasal tefeciler) destekleyerek trilyon dolarları seve seve hibe etti.
Kısacası “kriz” sistemi bizler için yıkım, tröstler için ise “palazlanmak” anlamına gelmektedir. Devletler, açlık sınırı altında yaşamaya çalışan yoksul insanlara yapılacak sosyal yatırımın maliyetini çok bulduğundan yanaşmıyor, halbuki tefecilere sunulan bu paranın 1/300 (üçyüzde biri) ile bu insanlar kurtarılabilirdi; üstelik “balık vererek” değil, “balık tutmayı öğreterek”.
Çok mu politik oldu ?
Çernobil faciası yaşandıktan sonra kanser yüklü bulutlar Karadeniz’imizin üzerine bir karabasan gibi çöktü. Dönemin sanayi bakanı Cahit Aral televizyonlara çıkarak “ne kanseri kardeşim aha ben de içiyorum kanser mi oldum” diyerek insanlarla dalga geçiyordu. Uzmanlar ise ısrarla, ülkemizde 10-15 yıl içinde bir kanser patlaması yaşanacağını söylüyor ve yönetenleri uyarıyordu. Sonradan öğrendik ki Cahit Aral Seylan çayı içiyormuş.
O yıllarda Karadeniz’de toplanan çayın bir bölümü sembolik olarak betona gömüldü. Fındıklar ise poşetlenerek ilkokul çocuklarına (sözüm ona) “gelişmeleri” için üzümle karıştırılarak bedavaya ikram edildi. Sonuç; kanserin her türlüsü uzmanların dediği gibi patladı ve günahsız çocuklarımız “lösemi” illetiyle tanışarak yaşamlarını yitirir oldular…
Evet farkındayım çok politik oldum ama şunu da yazmazsam üzülürüm. Facialara yol açan nükleer enerji santralleri 1985 yılından bu yana hiçbir ülke tarafından inşa edilmiyor. Bu santralleri kurma işi ile uğraşan firmalar ise batmış durumda. Ucuz diye pazarlanmaya çalışılan nükleer santrallerin atıkları imha edilemediğinden maliyeti maalesef çok daha yüksek. Hatırlayın, bir çok gelişmiş ülke zehir yüklü varilleri Karadeniz’e salarak insanlarımıza bir başka şekilde ölüm kusmadı mı?.
Endüstriyel gelişim adı verilen bu vahşi anlayışın yaptığı şeyler ortadayken krizler bahane edilerek toplumu manipüle etmeye çalışanlara karşı uyanık olmak zorundayız. Bir başka açılımla, yıllık milyonlarca dolar para kazanan futbolcular da bu olumsuzluklardan nasiplerine düşeni alacaklardır. Merak etmeyin, onlara verilecek paranın acısı artık “taraftarı müşteri gibi görmek”le de çıkmayacaktır.
Endüstriyel spor anlayışı da kendi sonunu hazırlıyor. Sporu ayakta tutan temel unsur amatör ruh ve o ruha destek veren taraftar sevgisidir. Bu taraftarlar kafasını tekmeye uzatan oyuncuyu da görür, sözleşme zamanına kadar saha da gezinen oyuncuyu da. Bundan dolayı kimse merak etmesin alınan paraların yanında beddualar da prim olarak sunulmaktadır…
Netice olarak sonunda yine biz kazanacağız.
Para çok şey ifade edebilir ancak her şey değildir. Değer verilecek en büyük unsur insan hayatıdır.
Bizler gözümüzü açık tutmak zorundayız.
Kendimizi geliştirerek değerlerimizi korumak zorundayız.
Evet, birşeylerin karşısında olmak zorundayız ve karşımızda “yönetememe krizi” var. Bizde böyle bir yönetimi istememe durumu var mı?
Varsa bunu fiile geçirecek erki oluşturma çabası var mı ?
Olmalı, olmak zorunda.
Yoksa limon gibi sıkılmaya, köle gibi satılmaya devam edeceğiz.
İnsanların çoğu;
Sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor,
Aslında yaşamayı bilmediği için.
W. SHAKESPEARE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder