
İçindekiler
-
▼
2008
(58)
-
▼
Haziran
(11)
- 1.SAYI/MAYIS 2008
- Sabır gülleri.../Özer ÖZÇETİN
- Çarşı solcu mu?.. /Yumurtakafa YILMAZ
- Mezar teslimi taraftarlık.../Akif KURTULUŞ
- Sevinmek için sevmedik.../Murat YILDIRIM
- Eğlenmek hakkımız mı?../Şafak BATMAN
- Benim küçücük dünyam.../Namık KARTALOĞLU
- Umut deplasmanına otobüs: Beleş.../Ömür HINCAL
- ATÖLYE/Cem ÖZEL
- Anadolu kartalı: MOYMUL/Turgut EREN
- Başlık yok
-
▼
Haziran
(11)
22 Haziran 2008 Pazar
Sabır gülleri.../Özer ÖZÇETİN
-1-
Sevdaya bakan gözlerin sabır gülleri ekmesidir en zor olanı. Kirletmeye çalıştıkları bir aşkın belki son direniş noktasıdır gönül bahçendeki boynu bükük sabır gülleri.Yavrunu bağrına bastığın an gibidir o temiz sevginin gözyaşları.
Bir yanda şanlı şerefli arman, gurur duyulacak mazin, ders verecek tarihin ve bugün, o tarihi yaratan abide-i şahsiyetlerin temsilcileri adım adım kaybedilmeye doğru giden o onurlu duruşun.
“Remzin Karakartallar gibi manileri yen aş, layıktır bu vasıflar sana ey Şanlı Beşiktaş”
Nasıl sevmeyeyim, nasıl tutulmayayım böyle bir bağa? Bağrımı yaka yaka ay sen bekle köşende. Aydınlık meş’alesi ellerimizde şimdi diye nasıl haykırmayayım? Bir şey icat ettiler şimdilerde; adı endüstriyel futbolmuş. Hani herşeyi paraya çevir; görüntünü, haberini bile. Bir an duraksıyorum; hani benim sevdam halkın sevdalısı halkın takımınaydı? Bu aşk ta mı pazarda şimdi diye korkmaya başlamışken, yıkarız biz bu bendi diye bir sevinç kaplıyor içimi. Nasıl, biz bir barikat değil miyiz? Son Barikat...Son Holiganın ağabeyleri, arkadaşları, kardeşleri.. Ve inanın umudum bir kez daha kabarıyor. Koşuyorum sabır güllerinin yanına. Aynı anda çarpan milyonlarca yürek bir araya gelirse çıkarız yola bir kez ve son kez meş’alelerimizle. Gündoğdu marşı seslerimiz boğar her yanı. Nedir bunun yolu? Örgütlenmek, aynı anda aynı sesi verebilmek, endüstriyel baronların dayatmalarına karşı taraftarın gücüyle baş edebilmek. Neden milyonlarca sevdalı söz almasın, yetki istemesin, karar verici olmasın?
Buyrun o zaman gerçek demokrasiye. Madem ki biz sevmenin ustasıyız, haydi o zaman göreve. Kim bizden iyi bilir ki sevmeyi, sevdasına sahip çıkmayı; kolay mı usta olmak sevmelerde; kolay mı karşı durabilmek her koşulda fütursuz saldırılara. Biz başarırız. Üstesinden geliriz. Hakkını veririz bu önemli işin ve görevin. Ne terk ederiz sevdamızı, ne terk ettiririz. Kederi de bilir yaşarız; gerekirse acıları bal eyleriz ama 105 yıllık koca çınarımızı aslana kurda kuşa yem etmeyiz, ettirmeyiz.
Beşiktaşlının sabrını denemeye kalkanlar tarihin utanç sayfalarında yerlerini almaya mahkumdur. Beşiktaş’la oyun oynanmayacağını herkese göstermek boynumuzun borcudur. Buna yetecek yüreğimiz ve cesaretimiz vardır.
Çarşı solcu mu?.. /Yumurtakafa YILMAZ
-2-
Her insan tanık olduğu ya da yaşadığı şeyler ile ilgili bir fikir taşır. Taşıdığı bu düşünceler genelde yaşadığı sosyal çevreler ile ilintili olmakla birlikte kısmen de okuma alışkanlığına bağlı olarak değişebilmektedir..
Sene 1980. Günlerden 11 Eylül. Çocuk aklımızla sevinelim mi?.. Üzülelim mi? Askeri cunta “Gençlerin daha fazla birbirini öldürmesine göz yumamazdı!” ve öyle de oldu. Artık sadece gençlerin “Sol” bölümü öldürülmeye başlanmıştı ve bunu da bizzat cunta üstlenmişti. Çevremizde ne kadar “Ağabey” dediğimiz güzel insan varsa öldürülmüş, tevkif edilmiş, kaybolmuş ya da sindirilmişti ve bizler cıscıbıl kalmıştık koca BEŞİKTAŞ semtinde… İşkencelerde ölenleri duyuyorduk üzülüyorduk. Ser verip sır vermeyenleri duyunca seviniyorduk tabii; direniş bize daha yakın geliyordu ve bizler sanki bir şeylerin tarafı gibi hissediyorduk kendimizi. Maçlara sabahlamaya başladığımızda ise mahalle dostlukları iyice perçinlenmeye başladı. Semt dışından gelen arkadaşlar da vardı ancak sürekli değildi. Herkes evine gider biz semtimizde kalırdık netice olarak. Mahallelerdeki arkadaşlar ile İnönü’deki maçlara gitmeye başlayınca semtte tek olmadığımızın farkına vardık. Zaman içerisinde bu birliktelik daha da yoğunlaşmaya başladı ve ailelerimiz dahil bütün ilişkilerimiz bu dostluğun arkasında yer almaya başladı. Zaman içerisinde futbol dışındaki konular hakkında da fikirlerimizi tartışır ve çoğu zaman mutabakata varırdık. İnsanlar yaşamak için bir takım temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydı; bu zorunluluk ise beraberinde çalışmayı gerektiriyordu ve hala da gerekiyor. Oysa insanlar çalıştığı halde emeklerinin karşılığını alamadıklarından sürekli bir yoksulluk içindeydi. Sömürülen emekçilerin yanında değil de, gözünü sonsuz ve soysuzca kazanma hırsı bürümüş sermayedarların yanında olmamız mümkün değildi. Tabii ki bizler “Jakoben” olmayı daha doğru bulduk. Halk bize daha yakındı, çünkü halk bizdik.
Akabinde aynı düşünceler ile 1 Mayıs İşçi bayramına yasaklı dönemlerde gitmeye başladık. Ne ile karşılaşabileceğimizi bildiğimiz halde alanlara gidiyorduk. Futbol dışında siyasi tavrımız ikinci meşgalemiz olmuştu. Efsane Başkan dönemi yavaş yavaş kapanmaktaydı ve yerini pis kokulara bırakmaya başlamıştı. (Şahsen Başkanımıza karşı hiçbir zaman tepki göstermedim ancak değerli bir arkadaşımızı kaybetmemizden kısmen onu sorumlu tutuyorduk.)“Reklamın kötüsü olmaz” diyerek yönetime kollarını sıvayanlar Beşiktaş sayesinde bir çok maddi kazanımlar elde ettiler. Hatta başarısızlıkları dahi üstlenmeye ve sonraki yıllarda da önlerinde engel olarak gördükleri taraftarın taşıdığı “Jakoben” duyarlılığı imha girişimine başladılar. Birileri çok yüksek paralar ödeyerek çok kaliteli futbolcu aldığını iddia ediyor, birileri de daha iyi bir yöntem olarak “bilet fiyatlarını sınıf ayırımı gözeterek” satmaya çalışıyordu. Endüstriyel futbol; kazanç ne ola ki? Biz ise sadece Beşiktaş’ımızın başarısını istiyorduk ve beraberinde insanların insanca yaşam hakkını benimsiyorduk. Doğaya sahip çıkmak, emeğe sahip çıkmak, yoksuldan yana tavır koymak, “Endüstriyel” anlayışın karşısında olmak, “Sporseverlik” ile bağdaşamazdı; oysa bu sorunların hepsi yaşanılan gerçekliğin ta kendisiydi. Bunu geçmişte yaşadık, şu an yaşıyoruz ve gelecekte de yaşamamaya çalışıyoruz.
Tekdüze düşünen, verileni alan ve verilmeyen için yalvaran bir toplum olamayacağımızı herkes görmeli.
Bu anlayış, sorumluluklarımızı ve geçmişe ilişkin yaşanılan tecrübeleri yeni nesillere sunmak ve gelecek “Güzel günleri kurma özlemi” içindir. İster asilik deyin, ister delilik. Gayrı siz karar verin;
çArşı “sol” cu mu?
Mezar teslimi taraftarlık.../Akif KURTULUŞ
-3-
Benim kuşağımın futbola taraf olması ve tabii ki hemen peşi sıra “taraftar” olması, 60’lı yılların ortalarına rastlar. O yıllarda Ankara’nın en önemli futbol merkezi, Ulus – Dışkapı istikametinden Esenboğa’ya giderken İrfan Baştuğ Caddesi üzerindeki top sahasıydı. Meşhur Atlantik Pastanesini sağınıza alarak yüz metre ilerdeki jandarma karakolunun tam karşısında, şimdi Ticaret Lisesi’nin konuşlandığı arsa, direkli fileli, beyaz kireç çizgili, yaz turnuvalarının yapıldığı bir Wembley’di. O atmosferi başka bir açıdan yakalamak isterseniz, reklam gibi olacak ama olsun, lütfen İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası’ndaki yazımı okuyun.
Aydınlık Subayevleri’nden bir çocukluk arkadaşım, Zezet, okuyup adam olduktan sonra DDY Genel Müdürlüğü’nde çalıştığı yirmi yıl boyunca, hastalık filan saymazsak, hiçbir gün, işine zamanında gidememiştir.
Bilenler bilir dış sahada idmanlar, sabah sekiz dedin mi başlar ve Zezet, idmanı seyre dalıp işe gitmeyi unuturdu. Yıllar sonra kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının kaldırılması için açtığımız davada, şahsi dosyasını incelediğimde bu ayrıntıları öğrenmiştim.
Sevinmek için sevmedik.../Murat YILDIRIM
-4-
Beşiktaş taraftarının yaratıcılığı genel kabul görmüş bir gerçektir; bilinir. Bu yaratıcılığın aynı zamanda bir felsefi derinlik taşıdığı da gerçektir ve hatta diğer bütün renklerin taraftarından ayrılan özelliği de esasen burada yatmaktadır. Başlıktaki özlü deyiş, anlatmaya çalıştığım özelliklerin her ikisini de çok iyi yansıtıyor. Kendisi kısacık, üç küçük kelimeden ibaret ama mesajı öyle değil, insanı enikonu düşündürüyor; ortaya koyduğundan daha fazlasına davet ediyor. Bu özlü deyiş ile ortaya konan kabul, tabiî ki öncelikle karşılık beklemeden yaşanan bir sevgiyi dile getirmektedir. Sevginin bu biçimi üzerine çok yazılıp söylenmiş olsa da çok sık ve kolay rastlanılır olmadığını biliyoruz. Biliyoruz çünkü sevgi, muhatabı kim olursa olsun karşısındakinden beslenmeye muhtaç bir duygudur. Doğması için zorunlu değildir belki ama yaşaması ve gelişip büyümesi için bir karşılıklılık hali gerekir. Eğer sevdiğiniz bir insan ise, size gülümsemesini, sizinle birlikte olmak için çaba sarf etmesini, elinizi tutmasını ve sizi sevdiğini söylemesini beklersiniz. Sevdiğiniz köpeğiniz ya da kediniz ise, size ilgi göstermesini, sizi özlediğini ve sahip olarak benimsediğini hissettirmesini beklersiniz. Sevdiğiniz taraftarı oldunuz takım ise, bir parçası olmaktan gurur duyacağınız başarıları yaşamayı istersiniz. Elde edilecek başarıların büyüklüğü ve sürekliliği sevginizi de besleyecek ve büyütecektir. Sevginin muhatabı kim olursa olsun burada verilen örneklerin hepsinde de sevginin sevinmeye olan ihtiyacı açıkça görülmektedir. Peki, Beşiktaş taraftarı bu gerçeğe rağmen niçin “Sevinmek için Sevmedik” demek ihtiyacını hissetmiştir? Vurgulamak istediği şey nedir ve bu vurgu niçin Beşiktaş taraftarının üzerine vazife olmuştur?
Eğlenmek hakkımız mı?../Şafak BATMAN
-5-
Beşiktaş taraftarı yıllardır takımına verdiği destekle, yaratıcılığı ile hayata dair duruşu ve verdiği sosyal mesajlar ile sıkça basında yer almıştır. Gerek ulusal gerekse de uluslararası basında adından sıkça sözettiren Beşiktaş taraftarı son dönemde bir takım eleştirilerle karşı karşıya. Ligdeki sıralaması, aldığı sonuçlar ne olursa olsun her maçta takımını desteklemekten geri durmayan taraftarımızın verdiği desteğin gerçekten destek olup olmadığı kimi spor yazarlarınca tartışılmakta.
Taraftarlığı kulübün çıkardığı ürünleri almaya indirgeyen anlayışa göre taraftarımız destekten çok kendini eğlendirmekte. Maçı bile izlemeyen “Yaramaz çocuklar” kendilerini eğlendirecek şarkılar söylemekte, ne hakemi ne de rakip futbolcuları baskı altına alabilmekteler. “Yaratıcılık güzel, söyledikleri şarkılar güzel, tezahüratları ile desibel rekorları kırmaları da güzel ama bir de baskı ortamı yaratabilseler…” diye başlayan eleştirilere maruz kalmakta taraftarımız.
Sizce bu eleştiriler haklı mı? Biz gerçekten sadece kendimizi eğlendirmek için mi gidiyoruz stada? Baskı yaratamıyor muyuz rakip takım ve hakemler üzerinde?
Hem baskı dedikleri şey ne ola ki acaba? Hakemlerin etki altında kalıp ev sahibi takım lehine karar vermesi mi? Rakip takımın top oynamaması mı? Biz böyle bir şey istiyor muyuz ki? Beşiktaşlı olarak bizim bir takım değerlerimiz yok mu ki bizi diğerlerinden ayıran?
Mertçe olsun bu oyun; şerefimizle oynayıp hakkımızla kazanalım diyen bizler baskı maskı yaratmak istemiyoruz. Hak etmiyorsak eğer varsın bizim olmasın puanlar; varsın kazanmayalım maçları. Bizden böyle bir katkı bekliyorlarsa boşuna beklemesinler. Endüstriyelcilerin biçtiği rolü oynamak derdinde değiliz biz. Beşiktaş bir yaşam biçimidir diyoruz; Beşiktaş’ la yaşıyoruz, O’nun la eğleniyoruz. Evet eğleniyoruz stadımızda; birbirinden güzel şarkılarımızla tezahüratlarımızla. Bu oyunu güzel kılan şey zaten içindeki eğlencesi değil mi? Bazen kantarın topuzunu kaçırdığımız olmuyor mu? Oluyor elbet, biz de insanız; bazen bizim de işin dozunu ayarlayamadığız dönemler oluyor. Ama bu gibi durumlarda bile birileri çıkıyor ve eşekle başlayıp suyla devam edip tezahüratı söyleyip çeki düzen veriyor tribüne. Bu bile eğlenceli değil mi?
Eleştirilere açığız; yapıcıysa eğer faydalanmak isteriz her türlü eleştiriden. Ama maksat Endüstriyelleşen futbolumuzda son barikat olma iddiasında olan bizleri taraftarlıktan çıkarıp seyirci yapmaksa, boşuna çabadır bu gayretleri...
Dattiri dat dat... Dattiri dat dat.. Dattiri dat dat daaa dat!..
Benim küçücük dünyam.../Namık KARTALOĞLU
-6-
Şimdi falan yaşta Beşiktaşlı oldum desem, yalan olur galiba? Ben ne zaman Beşiktaş’lı olduğumu hatırlamıyorum bile. Beynimi zorladığımda çıkan sonuç şu; tuvalete önce benim mi yoksa benim bir büyüğüm abimin mi gideceği yüzünden kavgamız ve akabinde yüzünün hemen altına çatal saplamam dönemlerine rastlıyor (Çok şükür bir şey olmadı; yoksa şimdi bile vicdan azabı çekiyorum o olay aklıma geldikçe).
Ortaokul yıllarım hem çocukluk hem de ergenlik yıllarımdı; futbol takımı kurmuştuk. Artık sokak değil semt takımıydık ve takımımızın adını ve formasını bile yapmıştık. Adımız “Karakartalspor” du ve formamız siyahtı; üzerinde kartal resmi vardı. Kartalı bezden kesip annelerimize diktirmiştik. Formalarımızın numaraları bile vardı ( Şimdi kaç numara benimdi onu hatırlayamıyorum maalesef). Maçlarımızı Eskiden halkevi daha sonra ise Kız Meslek Lisesi olan yerin bahçesinde yapardık. Bahçenin karşısında İçkili bir meyhane vardı. Gündüzleri şehrimizin kodamanlarının meşgale yeriydi; gece ise müzikli meyhaneydi ve kumar oynanan bir yerdi. Şehrimizin üç büyük semt kulübünden biriydik. Bir büyüğü ”Zenginlerin oğulları”, diğer büyüğü ”çingeneler” ve biz, solcuların kulübü “Karakartalspor”. Maçımızı Belediye başkanımız, Kaymakamımız, polis memurları, esnaf ve büyük bir halk kitlesine oynardık. Her maçın sonunda büyüklerin en çok tartıştığı konu şu akasya ağaçlarının kesilmesi meselesi olurdu. “Çocuklara yazık, harçlıklarını toplayıp top alıyorlar ( bildiğimiz PVC/plastik toplar) ve o toplar da akasya ağacının dikenlerine çarpıp çarpıp patlıyor” tartışmasıydı ama Kaymakamımız ve Belediye başkanımız, solcuların sahasına yatırım yapmama konusunda kararlıydılar. Akasya ağaçlarımız bir nevi telli baba olmuştu; her yerinde patlak plastik toplar vardı. Öyle bir şeydi ki dışarıdan gelen herhangi biri, bu şehirde ağaca top saplamayı bir gelenek sanıp ağaca bir top da kendisi saplayıp adakta bulunabilirdi
12 Mart sonrası futbolculuğumuza diğer aktiviteler de eklenmişti. Bilmem bilir misiniz; bir deyim vardır. “Gündüz külahlı, gece silahlı” diye. Bizimki de o şekil. Gündüz topçuyduk; gece de bedavadan boyacılık yapıyorduk. Karakartalspor tarihinin en büyük eylemini yaptığında
büyük siyasetçilerin dudakları uçuklamıştı, afacanlar nasıl becerebildiler bu eylemi diye. Newroz ateşi yasaktı. Caddelerde tanklar, her 20 metrede ise bir asker bekliyordu şehrimizin en uzun ve tek caddesinde ve o caddenin yanındaki boşluğa yirmiye yakın traktör tekeri ve diğer tekerler sadece ve sadece 30 saniyede getirilmiş ve yakılmıştı. O ateşi şehrin her yeri görmüştü. İtfaiye yanan tekerleri söndüremedi. Bu eylem genç Karakartalspor’un artık yaşama bir “MERHABA” sıydı. Siyasi örgütler Karakartalspor’dan pay çıkarma derdine düşmüşlerdi. Benim kuzenim de o takımda oynuyor, yok benim iki kardeşim, yok benim yeğenim, herkes bir ucundan tutuyordu; hayatımızı bir yerlere götürebilmek için. Karakartalspor’ da kararını vermişti. Onlar da çizgilerini belirlemişti. Analarımız şunu derdi: “Benim oğullarım örgütlüdür… Ben de o örgütlüyüm. Oğullarım Beşiktaş’lıdır, ben de Beşiktaş’lıyım” diye. Yani dedim ya herkes kendisine bir pay çıkarıyordu da, analarımız geri mi kalacaktı? Onlar da kendilerine bir hisse aldılar bu lokmadan.
Beşiktaş gibi, biz de sadece futbol olmamalıydık diye düşünüyorduk ve bir de voleybol takımı kurduk; o da Karakartalspor voleybol takımımızdı ve renkleri doğal olarak Siyah/Beyazdı. Derken şehrimizde iç savaş oldu ve o iç savaş 72 bin nüfuslu şehrimizi kısa bir sürede erozyona uğrattı. Nüfus 10 bine düştü. Biz de artık “orda” yaşamıyorduk Liseyi okumaya başlamıştım yeni şehrimde, yeni okulumda derken bir süre sonra sıkıyönetim, olağanüstü hal, falan filanlar geldi ve lise bitti. Artık sahalarda maçı biz topla yapmıyorduk, karakollarda polisler bizle yapıyordu. Biz top oluyorduk, onlar da ya Fenerli ya da Galatasaray’lıydılar artık.
Sonrasında mı? Ben bittim. Beşiktaş’lılığım hala devam ediyor.
Biz kimiz?
- Halkın Takımı Dergi
- Biz, büyük olmayı "çok" olmak, önüne her geleni ezebilmek, görgüsüz hezeyanlarını tatmin için herşeyin ve herkesin alınıp satılabildiği ortamları yaratıp sonra da oradan beslenmek olan ve tapınılası tek değeri sadece ve sadece "güç" olarak görenlerin yer aldığı tribünün tam karşısında, Eto'o ların,Pluton'ların,Pakistan'lı bebelerin, Irak'lı dedelerin, Latin Amerika'lı işçilerin,siyahların-beyazların,kızılderililerin-eskimoların-çingenelerin,pazar malı ucuz beyaz pamuklusunun üzerine siyah şeritler diktirerek mahalle maçına çıkan veletlerin, o ucuz formayı o velete etiketini koymadan diken komşu teyzenin, topumuzu bize bedeli ruz-ı mahşerde ödenecek bir "borç" karşılığı veren bakkal amcanın, sözün özü "Halkın Takımı" yız.